| |||||||||||||||
EN ÇOK OKUNANLARSON YORUMLANANLARHABER ARASON DAKİKA HABERLERİ....EKŞİ SÖZLÜK...CANLI TV İZLE...YAKINDA... |
APTAL YERİNE KONULMAK17 Şubat 2013, 13:10 Büyük toplulukları bir yalana inandırmak, kişileri inandırmaktan kolaydır. Diyebiliriz ki topluluk büyüdükçe kandırılmaya eğilimi artar ve olmayacak yalanları bile yutarız. Nedeni elbette yalnızken uyanık, kalabalıkken koyun sürüsü gibi olmamız değildir. Bu insan olmamızdan kaynaklı bir durumdur. Bazıları sanki insan değilmiş gibi bu özelliğimizden yararlanır ve kendi çıkarları için kullanır. Günlük yaşamın sıkıntılarıyla boğuşurken derinlemesine düşünecek fırsat bulamayız. Bilgi ve deneyimlerimizin desteklediği alışkanlıklarımıza göre ya da güvendiğimiz birine danışarak karar veririz. Ama yalancı da böyle yapacağımızı bildiği için, doğru olduğunu sanacağımız biçimde yalan söyler. Örneğin yalanını inandırıcı kılmak için açıklık ve seçiklikten yararlanır. Nedir “açıklık ve seçiklik”? Yağmurun ıslatması, güneşin ısıtması gibi tanık ya da kanıt gerektirmeyen olaylar ve durumlardır. Bu etkileri herkes yaşar ve üzerinde düşünme gereği duymaksızın böyle olduğunu bilir. Sonucunda herkes için geçerli olanın aynı zamanda açık ve seçik olduğunu, dolayısıyla bizim için de geçerli olacağını düşünürüz. Eğer herkes bir mağazadan alışveriş yapıyorsa, demek ki orası güvenilir mallar satıyordur. Eğer herkes yağmur yağacak diye elinde şemsiyeyle sokağa çıkıyorsa, bizim de şemsiyesiz dışarı çıkmamamız gerekir. Eğer herkes… diye uzar gider. Peki, kimdir bu “herkes” dediğimiz ve ne kadar güvenilirdir? İşte bunun için yalan inandırıcı olsun diye sanatçı, sporcu, politikacı, bilim insanı gibi geniş çevrelerce tanınan ünlülere söylettirilir. Bazen kişilerin yerini iyi olarak bilinen kurumlar ya da davranış biçimlerinin aldığı da olur. Böylece herkesin farklı nedenlerden yakınlık duyduğu kişi, kurum ya da yardımseverlik misali davranışlar aracılığıyla, inanılması zor bir fikre genel bir güven duymamız sağlanır. Ve hep birlikte “herhalde böyle biri yalan söylemez, artık bu durumda da yalan söylenmez” diye düşünecek hale geliriz. Bir de yalanı herkese duyurarak söylemek, kulağa fısıldamaktan daha inandırıcıdır. Eskiden tellallar vardı; küçük yerlerin meydanlarına, büyükçe şehirlerin çarşı pazarına çıkarak bir haberi duyurur, çeşitli konularda insanları uyarırlardı. Zamanla tellalların yerini belediye hoparlörü aldı. Giderek şehirler “kent” oldukça ve buralarda yaşayan insan sayısı küçük birer ülke nüfusuna ulaştıkça, resmi makamların topluma bir haber ulaştırması için televizyon altyazıları kullanılmaya başlandı. “İstanbul’un şu semtlerinde elektrik kesilecek… Ankara’da yol bakım çalışmaları nedeniyle şuralarda iki gün süreyle trafik duracak… Kandilli Rasathanesinin bildirdiğine göre filanca yerde şu büyüklükte deprem oldu.” Anlaşılacağı üzere geniş kitlelere bir duyuru yapılıyorsa, bunun mutlaka önemli ve gerekli olduğuna ilişkin bir alışkanlığımız vardır. Çünkü hiç bir yönetici, toplumsal yaşamımızı doğrudan ilgilendiren bir durumu haber vermeden geçiştiremez. Tabi bunun karşısında toplum da, bilgi edinmek ya da söyleneni eleştirmek için yöneten konumundaki kurum ve kişileri muhatap alır. Bu süreçlerde söylenen ve sorulanlar, insanlar arasında konuşulur. İletişim, zamanla herhangi bir kalabalıktan farklı hale gelmemizi ve bir “topluma” dönüşmemizi sağlar. Ya da bazen bir toplumu daha başka bir topluma dönüştürür. Haberleşme; insanları bir arada tutmakta ekonomi, kültür, siyaset, coğrafya kadar önemlidir. Bu yüzden herkes tarafından konuşulan, resmi olarak açıklanan ve yüz yüzeyken söylediğimiz şeylere inanırız. Söylenenlerin anlamı ister olumlu olsun ister olumsuz, geçerliliğine güveniriz ve dile getirilen fikirler doğrultusunda davranma eğilimi gösteririz. İşte toplumu ilgilendiren haberlerin aktığı bu ortama “medya” denir. Çok eskiden toplumların medyası pazaryerleri, ibadet ortamları, düğünler, bayram yerleri, akraba ziyaretleri gibi toplulukları bir araya getiren durumlardı. Böyle ortamlara girmek için insanlar evinden, mahallesinden çıkar ve dış dünyadan haberdar olurdu. Tabi yöneticiler ve varlıklı kişiler her zaman dünyanın dört bir yanından, kendi olanakları sayesinde düzenli haber alırlardı. 1600’lü yıllarda Avrupa’da haberin kaynağını gazeteler oluşturmaya başladı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında radyo, 1960’lardan sonra televizyon ve günümüzde internet temelli sayısız medya olanağı ortaya çıktı. Dolayısıyla toplumları kandırmak için kullanılan yöntemlerin kaynağı medya haline geldi. Günümüz yalanları medyada üretiliyor, dağıtılıyor, tartışılıyor. Bazen medya kendi ürettiği yalana kendisi de inanıyor. Bazen inandırıcılığını yitiren yalanları “büyük bir gerçeğin içyüzünü açıklıyor” gibi yaparak duyurup güven tazeliyor. Öyle ki, yalanı ortaya çıkaranın doğrucu olduğunu düşünüyoruz ve böylelikle tazelenmiş güven başka bir yalanın hammaddesini oluşturuyor. Biz bu ülkenin sıradan yurttaşları olarak buna benzer medya oyunları içinde “hangisi yalan, hangisi doğru” misali kandırmacalarla oyalanırken, durmadan çalınan minarelere, ardı arkası gelmeyen kılıflar hazırlanıyor. İşte bir kaç örnek: Hatırlanacağı üzere Galatasaray Fenerbahçe maçında Fenerbahçeli futbolcu Meireles tükürdü mü tükürmedi mi diye günlerce tartışıldı. İğrenç görüntüler tüm spor yayınlarında saatlerce gösterildi. Yetmedi, başka takım yöneticileri de tartışmalara katıldılar. Ama “Allahın sopası yok” diye bir laf var, aynı olay bir ay sonra Galatasaraylı futbolcu Melo tarafından da tekrarlandı ve yine benzer tartışmalar yaşandı. Dikkat ettiniz mi bilmiyorum, tartışmalar sırasında asıl sorun sürekli hasıraltı edildi. Bu futbolcular tükürsünler diye değil, topa doğru dürüst tekme atsınlar diye çuvalla para alıyordu. Gol yerine tükürük atmayı tercih ettiklerine göre, ücretlerini hak etmiyorlardı. Öyleyse kimsenin spor adına bunlara sahip çıkması gerekmezdi. Ama sahip çıktılar. Medya da bizi bunun doğruluğuna inandırmaya çalıştı. Daha ciddi bir olay: Mersin Akkuyu’ya Ruslar nükleer santral yapacak. Halk istemiyor. Geçenlerde firma temsilcisiyle bir televizyonda, haberden çok haber süsü verilmiş reklâma benzeyen bir röportaj yapılıyordu. Temsilci Japonya’daki Fukuşima nükleer santrali kazasından sonra kendi projelerindeki güvenlik önlemlerinin arttırıldığını anlatıyordu. Hatırlatalım, Mersin’de proje bir fay hattı yakınında bulunuyor. Fukuşima’da kaza değil, deprem oldu. Japonlar santrallerini 8,5 büyüklüğünde depreme göre yapmışlardı ama 9 büyüklüğünde bir deprem karşısında önlemler yetersiz kaldı. Yani bu tür “önlemler” gücü belli bir düşmana karşı değil, her şeye karşı alınıyor. Ayrıca her gün “kaza” olması gerekmiyor, bir kez olması yetiyor. Öyleyse bu konuyla ilgili bize yalnızca hikaye anlatılıyor. Üçüncü örnek Hatay Cilvegözü sınır kapısından. Bombalı aracı kim ve neden patlattı diye sayısız tartışma yapıldı. Suriyeli mülteciler Lübnan, Ürdün ve Irak’ta da var. Olaydan bir hafta önce BBC bu yöredeki evlerde patlayıcı imal edildiğine ilişkin bir belgesel gösterdi. Patlayan araç ister Suriye’den gelsin ister Türkiye’den gitsin; bu tür bir olay neden başka yerlerde değil de bizim ülkemizde oluyor? Medya sorulması gerekenleri sormuyorsa, yalan söylüyor demektir. Bir yalan ne kadar büyük olursa, o kadar inandırıcı olur diye, medyadan yararlanılıyor. Ancak burada unutulmaması gereken bir nokta var: Kişiler sürekli kandırılabilir ama halklar bir yere kadar… Ve yalanın, yalan olduğunun ortaya çıkması gibi kötü bir huyu vardır. Bu haber 2353 defa okunmu?tur.
|
DOST SİTELER...
ÖNEMLİ LİNKLER...
GOOGLE TERCÜME |