| |||||||||||||||
EN ÇOK OKUNANLARSON YORUMLANANLARHABER ARASON DAKİKA HABERLERİ....EKŞİ SÖZLÜK...CANLI TV İZLE...YAKINDA... |
BİR BATAKLIĞIN ORTASINDA24 Eylül 2012, 10:57 Osmanlı; topraktan sağlanan gelirlerden alınan vergilere dayanan ve son dönemlerinde emperyalizmin yarı sömürgesi haline gelen feodal bir imparatorluktu. Kimi tarihçilerce Roma İmparatorluğunun devamı gibi kabul edilmesi boşuna değildi. Temelini oluşturan toprak düzeni ve bazı yönetim gelenekleri, Roma’nın devamıydı. Nitekim Fatih Sultan Mehmet de yazışmalarında “Roma İmparatoru” sıfatını kullanırdı. İmparatorlukları prenslik ya da krallık gibi yönetimlerden farklı kılan, büyüklüğüdür. Bu özelliklerini birbirine benzemeyen ırk, kültür, inançtan halkları bir araya getirebilmelerine borçludurlar. Böylece kıtalar ve denizaşırı ülkeler üzerinde egemenlik kurar, normalde çatışmanın eksik olmayacağı alanlarda barış ve istikrarı sağlarlar. Üstelik bunu sürekli baskı yoluyla değil, gönüllülük içinde gerçekleştirirler. Egemenliklerini kabul edenleri saldırıdan koruyacaklarını beyan etmeleri yeterlidir. Karşılığında, düzeni ayakta tutacak kadar vergi alırlar. Eğer vergide sürekli adaletsizlik varsa, başka güçler karşısında çaresiz kalınırsa ya da egemenlik altındakilerin bir tanesinin isyanı bile bastırılamazsa; imparatorluk sona erer. Nitekim Osmanlı da göçebe kavimlerin saldırılarına göğüs geremeyen Romalılar gibi, Batı Avrupa’dan yayılan sanayi devrimi karşısında çaresiz kalarak emperyalist güçlere teslim olmuş ve egemenliği altındaki halkların bağımsız devletler kurmasını engelleyemeyerek yıkılmıştır. Türkiye Cumhuriyetinin kurucuları bu tarihten gerekli dersleri çıkarmış, imparatorluk kalıntısı her tür hayali geride bırakarak modern devlet ilkelerine bağlı kalmayı yeğlemişlerdir. Bu doğrultuda, Kurtuluş Savaşında işgalci Yunan güçleriyle savaşmak dışında komşu ülkelerle çatışmaya varan bir sorun yaşanmamış ve uluslararası politikada yıllardır vazgeçilmez ilke “yurtta barış, dünyada barış” olmuştur. Ama son yıllarda bu ilkenin değiştiğini görüyoruz. Hükümet kimi zaman kendi iradesiyle, kimi zaman bundan bağımsız biçimde, uluslararası ilişkilerde sürekli belli bir yöne doğru itiliyor. Özellikle Sovyetler Birliğinin yıkıldığı 1990’dan bu yana, dış politikada hızı giderek artan bir yönlendirme görülüyor. Bunu, Dışişleri Bakanının kişiliğinde somutlaşan bazı politik görüşlere ve komşu ülkelerle yaşananlara bakarak anlamaya çalışalım. Hatırlanacağı üzere Ahmet Davutoğlu ilk kez 1 Mayıs 2009 tarihli kabine değişikliği sırasında bakanlık koltuğuna oturdu. O zamana kadar AKP hükümetinin dış politikası önceki hükümetlerden farklı değildi. Bilindiği üzere hükümetler genellikle batı yanlısı, uluslararası kuruluşların kararlarına uyan ve komşuların iç işlerine karışmayan bir dış politika izliyorlardı. Davutoğlu’nun bakan oluşuyla birlikte bu tutumda bazı değişiklikler görülmeye başlandı. Davutoğlu eğitimi ve büyük elçilik deneyimi ile dış politikanın içinden gelen, kendine has görüşleri olan biri. Bu görüşleri Ortadoğu’nun dünyadaki küreselleşme çabalarının merkezinde yer alması ve Türkiye’nin tarihsel nedenlerle bu gelişmelerde önemli rol oynayabileceği biçiminde özetlenebilir. Davutoğlu’nun 2001 yılında yayınlanan “Stratejik Derinlik” adlı kitabı bu konuları işler. Bir zamanlar CIA’nın Türkiye masası şefi de olan Graham Fuller, Türkiye üzerine 2002’de yayınlanan “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabında, Davutoğlu’ndan övgüyle bahsederek bu kitaba birçok kez atıfta bulunmuştur. Anlaşılacağı üzere hükümetin şu anki dış politikası yıllar öncesinden beri batılılar tarafından iyi bilinmekte ve beklenmektedir. Bu politikaların daha önceden değil de 2009 yılından itibaren uygulanmaya başlanması, herhalde Türkiye’nin iç sorunlarıyla ilgilidir. Bunların başında da “Ergenekon davası” olarak bildiğimiz devlet içi düzenlemelerin geldiğini varsayabiliriz. İlk zamanlarda batılılar yeni dış politikaya kısaca “yeni Osmanlıcılık” diyordu. Ama bu ifadenin hükümeti pek memnun ettiği söylenemezdi Çünkü birçok Arap ülkesi başkentinde Türkiye’nin yine Osmanlı zamanındaki gibi ağabeylik taslayacağı endişesi vardı. Davutoğlu bu endişeleri gidermek için olsa gerek, koltuğa oturduğu ilk günden başlayarak “komşularımızla sıfır sorun politikası izleyeceğiz” dedi. O zaman muhalefet partileri, “böyle şey mi olur, bir sorun yaşadığımızda elimiz kolumuz bağlı mı kalacağız” diye eleştiriler yöneltti. (Şimdi de aynı muhalefet partileri “sıfır sorun diye yola çıkıldı, sorun yaşamadığımız bir tane komşumuz kalmadı” diye muhalefet ediyor.) Ve Türkiye kısa zamanda “sıfır sorun” politikasını hayata geçirmeye çalışarak bir yandan Pakistan-Afganistan, diğer yandan Suriye-İsrail arasındaki sürtüşmelerin çözümünde etkin arabuluculuk görevleri üstlendi. Nükleer silah yaptığı gerekçesiyle İran’la arası kötü olan AB ve ABD yönetimlerine karşı Brezilya ile birlikte sorumluluk alıp, çözüm önerileri getirdi. Irak’ta çatışma halindeki grupları uzlaştırmaya çalıştı. Hızını alamayarak Filistin Kurtuluş Örgütü ile Hamas arasındaki geleneksel bölünmeyi gidermeye uğraştı. Cumhurbaşkanı Gül başta olmak üzere tüm kabine üyeleri; Ortadoğu, Uzakdoğu ve Afrika ülkelerini durmadan gezer hale geldiler. 4 Şubat 2009’da İsviçre’deki Davos toplantıları sırasında Başbakan Erdoğan’ın İsrail Cumhurbaşkanı Peres’e karşı “van minüt” (one minute) atağı, bu dönemde Ortadoğu halkları tarafından “en sevilen lider” haline gelmesine yetti. Bu sırada AB’ye katılmaktan daha az bahsedildiği için, dünyada “Türkiye eksen değiştirip yüzünü doğuya mı dönüyor” diye sorulmasına neden oluyordu... Bu hızlı yükseliş içinde ilk geriye kayma ne zaman görüldü, tam olarak bilemiyorum. Herhalde bunun ilk örneği, 2010 yılı Mayıs Ayı başlarında İsrail’in, daha önce açıkladığı gibi Gazze’ye yardım götüren gemilere saldırılması ve insanların ölmesiydi. Böylece bölgesel güç olmaya çalışan Türkiye’nin önüne dikilen ilk engel, bölgenin geleneksel gücü İsrail olmuştu. Aynı günlerde, İran’a batılı güçlerin yönelttiği nükleer silah yapma suçlamasına karşı Türkiye diplomatik atakta bulunuyor ve Brezilya ile birlikte İran’ın da kabul ettiği bir anlaşma hazırlıyordu. Buna göre İran’ın gereksinim duyduğu nükleer malzeme takasına bu iki ülke aracılık edecekti. Ama başta ABD öncülüğünde İran’a uygulanan ambargoların sürekli ağırlaştırılması sonucu anlaşma kısa sürede geçersiz hale getirildi. Bugün (15 Temmuz 2012 itibariyle) Türkiye ABD tarafından kara listeye alınmamak için İran’dan ithal ettiği petrolü düzenli olarak azaltmayı kabul etti. Türkiye’nin İran’la geçen yıl 16, bu yıl 20 milyar doları geçeceği tahmin edilen dış ticareti; batılı güçlerin ambargo kararlarının tehdidi altında sürüyor. Ve Amerika’nın dayatmasıyla Malatya Kürecik’te kurulan radar üssü yüzünden, İran’la ilişkiler geriye gidiyor. Irak’la ilişkiler de pek parlak görünmüyor. 2011 yılında bu ülkeyle karşılıklı olarak 8 milyar 300 milyon dolarlık ticaret yapılmış. Burada 3 bin dolayında Türk şirketi çalışıyor ve toplam 20 milyar dolarlık yatırımları var. Ama eski Irak Devlet Başkanı yardımcısı Haşimi’ye Türkiye’de kol kanat gerilmesi ve Irak’ın iç işlerine müdahale saydığı tutumlar nedeniyle, Irak yönetimi bu şirketlere zorluk çıkartıyor. Suriye’ye gelince: İki ülke arasında daha düne kadar yıllık 2 ile 3 milyar dolar arasında değişen bir ticaret hacmi vardı. İki ülkenin kabineleri birlikte toplantılar yapıyordu. En son gelişme, 24 Eylül 2012 günü Beşer Esat muhaliflerinin karargâhlarını Türkiye’den Suriye’nin güvenli bölgelerine taşıdıklarını açıklamaları oldu. İşte çıkar savaşları bataklığına dönüşen Ortadoğu’da son durum bu... mehmetpolat148.blogspot.com Bu haber 2102 defa okunmu?tur.
|
DOST SİTELER...
ÖNEMLİ LİNKLER...
GOOGLE TERCÜME |