| |||||||||||||||
EN ÇOK OKUNANLARSON YORUMLANANLARHABER ARASON DAKİKA HABERLERİ....EKŞİ SÖZLÜK...CANLI TV İZLE...YAKINDA... |
GEÇEN HAFTADAN KALANLAR18 Aralık 2011, 20:20 Biliyorsunuz, ülke ekonomisinin en önemli sorunu cari açık, yani çeşitli biçimlerde ülkeden çıkan dövizin ülkeye girenden az olması. Bu süreklileştiğinde, bir ülke ekonomisi için tehlikeli oluyor. Çünkü artık ekonomiler ülke sınırları içinde değil, küresel ölçekte iş görüyorlar. Merkez bankasında yeterli dövizi bulunmayan ya da elindeki döviz stoklarını sürekli açık verdiği için eriten bir ülke, dünya piyasalarında güvenilirliğini yitiriyor. Türkiye ekonomisi 2009’da 14 milyar dolar, 2010’da da yaklaşık 49 milyar dolar döviz açığı verdiği için ve bu yılın ilk on ayında bu açık miktarı şimdiden 65 milyar doların üstüne çıktığından dolayı; Tarzan zor durumda. Bu yüzden, ekonomiyle ilgili Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’a geçen hafta katıldığı bir televizyon programında cari açıkla ilgili sorular soruldu ve gazeteciler açığa neden olan en önemli şeyin ne olduğunu öğrenmeye çalıştılar. Babacan bu yöndeki sorulara hemen “enerji” diye yanıt verdi. Biz bunun ne anlama geldiğini biliyoruz. Babacan aslında “dövizimiz petrol ve doğalgaz ithaline gidiyor, bunun için derhal ülkemizdeki tüm akarsuların üstüne hidroelektrik santral kurmalı, kıyılara nükleer santral yapmalı ve belli başlı köşelere de birer termik santral dikmeliyiz” demek istiyor. Peki, gerçekten en önemli cari açık kaynağı enerji ithalatı mı? Bu yılın ilk on ayında 201 milyar dolarlık ithalat yapılmış. Bunun yaklaşık 44 milyar dolarını doğalgaz, motorin ve diğer petrol ürünleri oluşturuyor. Demek ki enerji hammaddesi dışında 157 milyar dolarlık daha ithalat var. Bu 157’nin içinde neler yer alıyor? GDO’lu (genetiği değiştirilmiş organizma) tarım ürünlerinden cep telefonuna, arabadan, tekstil ürünlerine ve hurda demire kadar sayısız şey… Bunların önemli bir bölümünün ülkemizde de üretildiğini, yani ithal edilmelerine gerek olmadığını unutmayalım. Başka ne var? Türkiye’de ücretler düşük ve yatırım koşulları uygun olduğu için kendi ülkesine yerine ülkemize yatırım yapan küresel şirketlerin ithal ettiği ara malları ya da yarı mamul mallar var. Bunlar bir ürünün parçalarını oluşturuyorlar. Basit sanayi faaliyetleriyle ürün ülkemizde son haline geliyor ve buradan Avrupa, Asya pazarlarına ihraç ediliyor. Bu şirket de kârını istediği biçimde ülkemiz dışına çıkarabiliyor. Dolayısıyla, bu tür kâr transferine yönelik işlemler de bir döviz açığı yaratıyor. Ayrıca enerji ithalatı için bu kadar döviz ödeniyor diye şikayet ediyorsak, neden ülkenin dört bir yanını demiryolları yerine duble yollarla donatıyoruz? Üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizde deniz taşımacılığı niye yok? Neden toplu taşımayı desteklemiyoruz? Neden başta Ankara Belediyesi olmak üzere büyükşehir belediyeleri durmadan büyük ihaleler açıp, bunun için dışarıdan kredi alıyor ve ülke olarak bunların borçlarını hep birlikte ödüyoruz? * * * Cumhurbaşkanının görev süresi 5 yıl mı, yoksa 7 yıl mı diye tartışılıyor. Tartışma, anayasa değişikliği sonrası milletvekilliğinin 5 yıldan 4 yıla ve cumhurbaşkanlığı süresinin de 7 yıldan 5 yıla indirilmesi üzerine başladı. Bu değişikliğin 7 yıl için seçilen Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü kapsayıp kapsamadığı tartışılıyor. İktidar partisi, dolayısıyla Sayın Cumhurbaşkanın da bir zamanlar üyesi olduğu parti değişikliğin bundan sonrası için geçerli olacağını ve Abdullah Gül’ün görev süresinin 7 yıl olduğunu öne sürüyor. Muhalefet ise 5 yıl diyor ve isterse bir 5 yıl için daha aday olabileceğini söylüyor. Biliyorsunuz bir yasa değişikliği yapıldığında, eski yasa zamanından beri yasayla muhatap olan yurttaşlara lehte olan yasa uygulanır. Örneğin emeklilik yaşı uzatıldığında, o yasadan önce işe girenlere bu uygulanmaz. Ya da belli bir suçun cezası hafifletildiğinde, yeni yasa öncesinde ağır ceza alanların cezası hemen düşürülür. Cumhurbaşkanlığı süresi “görev” kapsamında tartışıldığına göre, bu makama seçilen kişi bir iş yapıyor ve çalışırken doğal olarak yoruluyor ve yıpranıyor. Dolayısıyla bu makamın bir saltanat alanı ya da tatil fırsatı gibi değil ama insanı yıpratıcı bir iş gibi değerlendirilmesi gerekiyor. Bunun sonucu “ne kadar uzun kalınırsa o kadar iyidir” denmemeli ve yasa cumhurbaşkanı lehine yorumlanarak görev süresi kısa tutulmalıdır. Bence cumhurbaşkanlığı gibi ağır bir iş alanında görev süresi 5 yıldan bile az olmalıdır. * * * Malum, asıl adı “Sporda Şiddeti Önleme Yasası”, günlük deyimle “şike yasası” TBMM’de yeniden ele alındı cezalar düşürüldü. Bu arada şike yaptığı belirlenen kulüplerin ligden düşürülmemesi için de girişimde bulunulduğunu duyuyoruz. Bunun için futbolumuzun “marka değerinin” azalacağı gerekçe gösteriliyor. Bu tür laflara da hastayım. Nedir “marka değeri” denilen şey acaba? Eğer büyük takımlar bir alt lige düşerse, artık süper lig ilgi çekmezmiş ve ülkemizde futbol gerilermiş. Tabi bu yorumu yapanlar, adını anmamıza gerek yok yalnızca büyük birkaç takımı kastediyorlar. Öyleyse buradan şu sonucu çıkartmamız gerekiyor: Küçük takımlar alt lige düşürülürse bir sorun olmaz ve üst ligin “marka değeri” değişmez. Demek ki “marka değeri” denilen şey yalnızca büyük takımlarla ilintilidir. Ve büyüklerin aşağı düşürülmemesinden bahsedildiğine göre, alt ligler pek makbul yerler değillerdir. Dolayısıyla alt liglerde değersiz takımlar maç yapar, büyük takımlar buralara adım bile atmamalıdır. Böyle mi acaba? * * * Geçen haftanın önemli bir konusunu da, Sayın Başbakanımızın Fransa Devlet Başkanı Sarkozy’e soykırımla ilgili yazdığı mektup oluşturuyordu. Özetle “biz soykırım yapmadık, böyle şeyleri kimin yaptığını merak ediyorsanız kendi tarihinize bakın deniyor” Cezayir ve son olarak Ruanda örnekleri hatırlatılıyordu. Evet, Fransa benzeri sözümona büyük devletlerin geçmişi emperyalist zulüm örnekleriyle doludur. Dün Cezayir, Türkiye, Çin, Vietnam; bugün Irak, Libya, Suriye, İran gibi ülkelerdeki çeşitli sorunlardan bahsedecek en son ülkeler bunlardır. Bu yüzden önce demokrasi havarisi kesilirler ve ardından bir fırsat yaratıp “suçlu” gibi gösterdikleri ülkelere saldırırlar. Amaç zenginlikleri ele geçirmek ve halkları köleleştirmektir. Böyle bir durum karşısında elbette herkes gibi Recep Tayyip Erdoğan’ın da Fransa’ya kirli tarihini hatırlatma hakkı vardır. Ama Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak, özellikle Cezayir konusunda bu tür bir hakkı olduğundan bahsetmek çok zordur. Nedenine gelince: Fransa Cezayir’deki sömürgeciliğini ayakta tutmak için bir milyondan fazla insanı katletmiş ve daha fazlasını işkenceden geçirmiş ama buna rağmen bağımsızlık savaşının zafere ulaşmasını önleyememiştir. Cezayir sonunda bağımsızlığını kazanmıştır. Ülkenin tanınması için Birleşmiş Milletlerde 1958’de yapılan oylamada, Türkiye Fransa’yı küstürmemek için açıkça Cezayir halkının yanında yer almayarak bağımsızlığa “evet” dememiş, bunun yerine rengini belli etmez biçimde “çekimser” oy kullanmıştır. Hatırlatmak, Cezayir’in bağımsızlığı için canını verenlere karşı boynumuzun borcudur. Bu haber 2029 defa okunmu?tur.
|
DOST SİTELER...
ÖNEMLİ LİNKLER...
GOOGLE TERCÜME |