| |||||||||||||||
EN ÇOK OKUNANLARSON YORUMLANANLARHABER ARASON DAKİKA HABERLERİ....EKŞİ SÖZLÜK...CANLI TV İZLE...YAKINDA... |
SAVAŞ VE BARIŞ20 Ekim 2012, 05:10 Ünlü Rus yazarı Lev Tolstoy’un yine en az kendisi kadar ünlü romanının adıdır. Dünya edebiyatının en önemli eserlerindendir.1812’de Napolyon komutasındaki Fransız ordularının Rusya’ya saldırısıyla yaşanan savaşları ve perde arkasındaki olayları anlatır. İnancı gereği savaş karşıtı olan Tolstoy yalnız edebiyatta değil, günlük yaşamında da hep barış yanlısı olmuştur. Bu yüzden “Malakan” olarak bilinen ve barışçı yaşam sürdüren bir Hıristiyan cemaatini desteklemiş, düşüncelerini paylaşmıştır. Bu cemaatten olanlar insan öldürmeyi suç saydıkları için savaşa karşı barışı savunmuşlardır. Çarlık Rusyası döneminde resmi din konumundaki Ortodoks Kilisesinden, Hıristiyanlık inancını farklı yorumlamaları nedeniyle 1800 yıllarının başlarında ayrılmışlardır. Zorunlu askerliği reddetmişler, kent yaşamından uzak durarak köy yaşamını benimsemişlerdir. Toplumunun çoğunluğuna ters düşen görüşleri nedeniyle Çar tarafından, 1876–1877 Osmanlı Rus Savaşı sırasında işgal edilen Kars’a yerleştirilmişlerdir. 1917 Ekim Devrimiyle Çarlık yıkılıp Sovyetler Birliği kurulmuş, Osmanlı topraklarındaki Rus işgali sona erdirilmiş ve Çar tarafından buralara sürgün edilen çeşitli Rus kökenli toplulukların anayurtlarına dönmesine yeni yönetim tarafından izin verilmiştir. Ama Kars’ı yurt edinerek değirmencilik, hayvancılık, peynir (özellikle kaşar) yapımı gibi işleri bu topraklara getiren Malakanların çok az bir bölümü Rusya’ya dönmüştür. Çoğu Kars’ta yaşamaya devam etmiştir. Ancak yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinde de erkekler için zorunlu askerlik kararı çıkması üzerine, bu barışçı topluluk değişik ülkelere göçetmiştir. Bugün dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış halde, yaklaşık 3 milyon kadar Malakan olduğu tahmin edilmektedir. Bunları niye anlatıyoruz? Yöneticilerimiz Suriye ile bir savaşa girecekmiş gibi konuşur ve buna karşılık hangi görüşten olursa olsun büyük bir toplum kesimi barıştan yana tavır alırken, “savaş” ve “barış” sözcüklerinin anlamlarının bir kata daha önem kazandığını hatırlatmak istiyoruz. İnançları nedeniyle İspanya’dan Hollanda’ya göçetmek zorunda kalan bir Yahudi ailesinin çocuğu olan ve düşünceleri nedeniyle kendisi de Yahudi cemaatinden uzaklaştırılan ünlü filozof Benedictus Spinoza, “Politika Çalışmaları” adlı kitabında bu konuda şöyle diyor: “Gerçekte barış, basitçe savaşın olmayışı değildir, kaynağını ruhun gücünden alan bir erdemdir”... Ünlü filozof savaş ve barışı birbirine karşıt olgular olarak görmüyor, ikisinin birbirinden bağımsız koşullarda ortaya çıktığını vurguluyor. Yine bu kitapta savaş için bir tarafın kararının yeterli olduğunu, oysa barış için savaşan tarafların ortak karara varması gerektiğini belirtiyor. Örneğin şu ya da bu haklı nedenle, neden bulunamıyorsa bile bir bahaneyle savaşı başlatabilirsiniz. Aslında bu durum derenin üstyanındaki kurdun, altyanda su içen kuzuya “suyu bulandırıyorsun” demesinden farksızdır. Maksat, bir bahaneyle kavga çıkarıp kuzuyu mideye indirmektir. Ve savaşı kazanan, diğer tarafa anlaşmanın koşullarını zorla kabul ettirir. Bunun adı da “barış” olur. Ama bahsettiğimiz buna benzer bir zorunlu barış değildir. Çünkü bu bir barış değil, teslimiyettir. Teslim alınanların, güçlerini ilk toparladıkları anda savaşı yeniden başlatacaklarına şüphe yoktur. İşte Spinoza duruma “barış” yerine, “şimdilik savaşın olmadığı bir an” demenin daha doğru olacağını belirtiyor. Evet, karşılıklı silahların konuştuğu her olay bir savaştır ama silahların sustuğu her durum bir barış değildir. Filozof bu nedenle barışın kaynağının savaş ve zorlama değil, ruhun gücünden yükselen bir erdem olduğunu söylüyor. Ve yine bu yüzden savaşla barışın basitçe birbirine zıt şeyler gibi görülmemesi gerektiğini ifade ediyor. Barış da; içinde yaşarken gözümüze önemsiz, değersiz, sıradan, basit, kısacası değerini bilmediğimiz şeylerden biri gibi görünür. Başka bir ifadeyle, barışı içindeyken görmeyiz. Tıpkı sağlıklıyken, sağlığımızın farkına varamayışımız gibi. Ne zaman hasta olsak ve işimizi kendimiz göremeyecek hale gelsek, sağlamken hiç düşünmeden yaptığımız basit davranışların önemini farkederiz. Sabah erkenden dinlenmiş olarak kalkmak, elini yüzünü yıkamak, kahvaltı yapmak, dinç halde işe başlamak... Oysa hastalandığımızda yataktan çıkmak bile mümkün olmayabilir. İşte günlük yaşamımızı “acaba çocuğumu askere mi alacaklar, tepemize bomba mı düşecek, maaşımızı kesintisiz ödeyecekler mi” benzeri düşünceleri aklımıza getirmeden yaşıyor oluşumuzun önemini de, içindeyken anlayamayız. Bu yüzden barışçı zamanları savaş üzerine konuşarak harcamanın ne kadar ahmakça olduğunu, ancak iş işten geçtikten sonra hatırlarız. Oysa savaş başlayıp canlar yandığında, şu beğenmediğimiz bugüne ulaşmak için “barış” diye tepinmeyi ve savaşan taraflar arasında kırık dökük bir anlaşma yapılmasını bile dünyanın en önemli işiymiş gibi sunmayı marifet sanırız. Tıpkı geçen hafta Avrupa Birliğine verilen “Nobel Barış Ödülü” gibi... Oysa ABD ile birlikte yıllar yılı Afrika’dan Asya’ya, Güney Amerika’dan Ortadoğu’ya kadar dünyanın yoksul ülkelerinde yaşayan gariban halklara madenlerini, ormanlarını, petrollerini, emeklerini sömürmek için kan kusturan bu Avrupalılar değil miydi? Daha dün Libya’ya ve şimdi Suriye’ye saldırmak için bahane arayanlar yoksa başkaları mıydı? Yoksa Bosna’da yaşananlara seyirci kalanlar Afrikalılar mıydı? Şimdi, aralarında birleşerek Avrupa’da bir savaş olasılığını ortadan kaldırdılar ve dünyanın çeşitli yerlerindeki demokrasilere katkıda bulundular diye ödül alıyorlar. Avrupa tarihinde ne zaman barış yanlısı olmuş ki, bugün böyle adlandırılıyor? Barış, savaş yoluyla kendi değerlerimizi, doğrularımızı, inancımızı, anlayışımızı başkalarına kabul ettirerek sağlanamaz. Barış sürmekte olan olağan yaşamın kendisidir. Ve bu yaşam içinde “iyi” olarak adlandırılabilecek ne varsa, yaşamakta olan insanların içinden gelmelidir. Ancak böyle olursa, kimi haksızlıklarına rağmen yanlışları konuşulabilen ve düzeltilmesi mümkün olan bir hayat yaşarız. Yanlışları hayatın ilerleyişi sırasında düzeltmek belki uzun sürebilir. Ama bir kez karşılıklı gönüllü çabalarla böyle bir yola girilirse, mutlaka köklü ve kalıcı sonuçlara ulaşılır. Çünkü tersi durumda, yani savaşla ve zorbalıkla yapılan düzenlemeler sırasında, her zorlama karşıtını yaratır. Bu tür karşıtlıklar o an kendini ifade edemese bile, birikerek mutlaka gelecekte bir yerlerde patlar, kendini zorlayanı yıkar geçer. Savaş ve barış farklı ortamların ürünüdür. Alışkanlıklarımız gereği, siyah ve beyaz gibi birbirlerinin karşıtı olduğunu sanırız. Çünkü barış zamanlarında bize, barışın korunması için savaşa hazır olmak ve gerekirse savaşmak gerektiği sürekli anlatılır. Bu yüzden sıradan ve sessiz barış günlerinin değerini anlamaz, her zaman savaşa hazırlanıyormuşuz gibi yaşamaya zorlanırız. Bunun anlaşılması için mutlaka savaşmamız ve canımızın yanması mı gerekir? Böyle olmaması gerektiğinin örneği, bıraktıkları kültürel miras Kars’ta hala yaşayan Malakanlardır. Onlar barışı bir “felsefe” ya da “yüksek politika” gibi değil, sıradan günlük yaşamın korunup sürdürülmesi olarak görmüşlerdir. Oysa bugün dünyayı yönetiyormuşçasına yapılan konuşmalar arasında, komşu bir ülkedeki savaşın taraflarını tarih, toplum, ahlak, din kardeşliği vs. adına desteklemeye çalışıyoruz... Barışın değerini, kaybettikten sonra anlamak istercesine... Bu haber 2308 defa okunmu?tur.
|
DOST SİTELER...
ÖNEMLİ LİNKLER...
GOOGLE TERCÜME |