| |||||||||||||||
EN ÇOK OKUNANLARSON YORUMLANANLARHABER ARASON DAKİKA HABERLERİ....EKŞİ SÖZLÜK...CANLI TV İZLE...YAKINDA... |
ADANA'DA PATLAYAN BARAJ KAPAĞI DEĞİLDİR06 Mart 2012, 18:16 Geçen yazımızda, Adana Kozan Ergeneuşağı köyü yakınındaki Gökçe nehri üzerindeki baraj inşaatında yaşanan olayla ilgili “patlayan baraj kapağı mı” diye sormuş ve “kaza” gibi görülmemesi gerektiğinden bahsetmiştik. Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun bu gibi yerlerdeki denetim eksikliğinin nedeni olarak hazırladıkları yönetmeliğin TMMOB (Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği) tarafından Danıştay’a açılan dava sonucu iptal edilmesi göstermesini de yanlış bulmuştuk. TMMOB bir açıklama yaparak suçlamaları reddetti ve olayın yasalara göre sorumlusunun DSİ olduğunu belirtip, kurumun bağlı olduğu bakan olan Veysel Eroğlu’nun istifasını istedi. Henüz bakanlık buna bir yanıt vermedi. Yanı sıra, Adana İnşaat Mühendisleri Odası olay yerine giderek bir inceleme raporu hazırladı. Rapor’dan aktaracağımız birkaç cümle, bazı konuları anlamamızı kolaylaştıracaktır: “Gökdere Köprü Barajı`nın dolu hacminin 93 milyon m3 olduğu, barajda su tutulmaya başlandığı, su hacmi 87 milyon m3 ulaştığında derivasyon tünelindeki mekanik kapağın basınca dayanamayarak koptuğu anlaşılmıştır. Baraj inşaatı tamamlanmadan gövdede su tutulmaya başlanmış olması, barajın mansap kısmında ve tünelde işçilerin çalışmaya devam etmesi, kaza anında işçi kayıplarını ciddi boyutlara taşımıştır. Ayrıca, mekanik tünel kapağını destekleyen betonarme yapıda kopmalar olduğu ve kapak arkası tıkaç betonlarının yapılmamış olduğu görülmüştür. “ Tüm bunlar neden yaşanıyor? Çalıştıkları şirketlerin çıkarlarını kişisel çıkarlarıyla bütünleştiren mühendislere karşılık toplumun çıkarlarını düşünen mühendislerimiz, raporlarında bunu şöyle yanıtlıyor: “Bir baraj inşaatında böylesi bir ihmalin yaşanmasının iki nedeni vardır. Bunlardan ilki Türkiye`nin su kaynaklarını yangından mal kaçırırcasına özel sektöre devreden bir anlayışın iktidarda olmasıdır. Bu anlamda ülke genelinde çevresel ve sosyolojik etkileri hesaba katmadan, hiçbir kurum veya kuruluşun görüşünü almadan, bölge halkının ihtiyaçlarını yok sayarak hayata geçirilmek istenen Hidroelektrik Santrallere bakmak yeterli olacaktır. Suların satılmasındaki ısrar ve telaş, çevresel ve sosyolojik etkilerin gözetimini engellemektedir.” Ve en önemlisi, buna benzer olayları sıkça yaşayan Maden Mühendisleri Odası Genel Merkezinin yayınladığı basın açıklamasında konuyla ilgili şu saptamayı yapmasıdır: “Ülkemizde büyük oranda madencilik sektöründe yaşanan ve toplu ölümlere neden olan "kazalar", son yıllarda Davutpaşa‘da, Ostim‘de ve şimdi de Adana‘da olduğu gibi farklı sektörlerde de sıkça yaşanmaya başlamıştır. Odamız, bir meslek örgütü ve demokratik kitle örgütü olma sorumluluğu ile sadece madencilik sektöründe değil tüm çalışma alanlarında yaşanan, emekçilerin ölümüne neden olan bu "iş cinayetlerine" karşı taraf ve sorumluların bulunup cezalandırılmasının takipçisi olacaktır. İş cinayeti diyoruz çünkü Uluslararası Çalışma Örgütü (İLO) nun tanımına göre kaza; "önceden planlanmamış ve öngörülemeyen olaylardır". Oysa bu facia ile birlikte, gerek madencilik ve gerekse diğer sektörlerde yaşanmış ve binlerce emekçinin hayatını kaybetmesine veya sakat kalmasına neden olmuş "iş kazaları" önceden öngörülebilir ve önlenebilir olaylardır. Gökdere Barajı Faciası sonrasında, hazırlanan ön rapor olayın bir kaza olmadığını bilimsel teknik verilerle ortaya koymuştur.” Kısacası maden mühendislerimiz olayı bir “kaza” değil, cinayet olarak görüyor. “Bu tür inşaatları neden böyle gözü kararmış biçimde yapıyorlar” diye sormak gerekiyor. Yanıtı basit; enerji sektörüne yatırım yapmak çok kârlıdır. Çünkü enerji bu sistemin can damarıdır ve ister enerji politikaları oluşturmak, isterse bir projeyi gerçekleştirmek için olsun; yürütülen faaliyetler sırasında başka hiçbir şey dikkate alınmaz. Ne doğaya, ne tarihe, ne topluma, ne de yasalara uyulmaz. Üretilen elektriğe alım garantisi verilir, şirketlerin önüne çıkabilecek her türlü engel hemen bir yasa hazırlanarak ortadan kaldırılır. Böylece enerji sektöründeki şirketler, başka yerlerdekinden yüksek kârlar sağlarlar. Bu durum, ABD’nin Irak’ı petrol için işgal etmesinden farksız bir mantıkla işler. İşte bir örneği: Son bir ay soğuk geçti ve ısınmak için fazlaca elektrik tükettik. Bilindiği üzere elektrik piyasası özelleştirildi. Dolayısıyla satış fiyatları serbest piyasada belirleniyor. Tüketim artınca, geçen ay elektriğin kilovat saatinin satış fiyatı 20 kuruştan 2 TL’ye kadar çıktı. Örneğin 13 Şubat günü 2 TL üzerinden toplam 42 milyon TL tutarında elektrik satıldı. Tabi bu fiyat artışı tüketicilere yansıdı. Önümüzdeki günlerde yeni faturalar gelince göreceğiz! Elektriğin bir kilovatının maliyeti ortalama 10 ile 15 kuruş arasında değişiyor. Satış fiyatının alt sınırı 20 kuruş dolayında. Elektrik sektörünün özelleştirilmesi sırasında yapılan işlerden biri de, elektrik fiyatlarının serbest piyasada belirlenmesiydi. Bu şu anlama geliyor: Bir binada 20 tane klima var ve kışın ısınmak, yazın serinlemek için kullanılıyorlar. Doğal olarak tüketim artıyor ve bu yüzden piyasada elektrik satış fiyatı da yükseliyor. Bu durumdan, tasarruflu elektrik tüketenler de etkileniyor. Dolayısıyla fiyatlar piyasada belirlenirken, işin içine herhangi bir hesap, akıl, denge girmiyor. Piyasa alıcının çıkarlarını da gözetiyor gibi görünse bile, aslında malın satıcısının kârını korumak ve arttırmaktan başka işe yaramaz. Piyasaya göre kâr edemeyen batar ama geriye mutlaka kâr eden birileri kalır ve uzun dönemde satış fiyatını onlar belirler. Planlı bir hayat yerine piyasacı bir hayat yaşadığımız için tüketim alabildiğine artıyor ve zararını biz çekiyoruz. Peki bu hep böyle mi gidecek? Mehveş Evin’in 1 Şubat 2012 tarihli Milliyet gazetesindeki yazısına göre böyle gidecek gibi görünüyor. Türkiye uluslararası anlaşmalar gereği iklim değişikliğiyle mücadele etmek için bir strateji hazırladı. Buna kısaca “İklim Değişikliği Eylem Planı” deniliyor. Bu planda 2023 yılına kadar ülkedeki tüm akarsular üstüne HES yapılmasından, termik santral çalıştırmak için bütün kömür kaynaklarımızın kullanılmasından bahsediliyor. Yanı sıra enerji üretimini arttırıcı başka sözler de söyleniyor. Ama tasarruftan ya da çevre sorunlarının artması sonucu yaşamak zorunda kalacaklarımızdan bahsedilmiyor! Örneğin şehir içi ve şehirlerarası ulaşımda raylı sistem, toplu taşımaya geçilmesi gibi öneriler, “eğer yurttaş isterse” diye koşullu olarak geçiyor. Ve söz olarak resmi binalarda enerji tüketiminin azaltılmasından bahsedilse bile, bunlarla ilgili hesap, kitap, ayrılmış kaynak yok. Bu plana göre yurttaşlardan çevreyle ilgili vergiler alınacak ama nereye harcanacakları belirtilmemiş. Sonuç olarak enerji üretim ve tüketiminin önü açık tutulmuş ama bu yolun nereye gittiği ve daha ne kadar böyle gideceği bilinmiyor! Çünkü yaşanan sorunların yükünü nasıl olsa bu tür kararları oluşturanlar değil, bizler çekiyoruz! Bu haber 2762 defa okunmu?tur.
|
DOST SİTELER...
ÖNEMLİ LİNKLER...
GOOGLE TERCÜME |