| |||||||||||||||
EN ÇOK OKUNANLARSON YORUMLANANLARHABER ARASON DAKİKA HABERLERİ....EKŞİ SÖZLÜK...CANLI TV İZLE...YAKINDA... |
SU TİCARET KONUSU OLURSA29 Temmuz 2012, 15:29 Evlerde kullandığımız suyun tonuna 1 lira ödüyoruz. Kullanım miktarı arttıkça kademeli olarak fiyat da artıyor. Ülke genelindeki su bedelleri de üç aşağı beş yukarı bu fiyatlar dolayında. (Yalnızca Dikili Belediyesi 10 tonun altındaki su kullanımından 1 kuruş alıyor ve bu uygulama tasarrufu arttırarak, belediyenin su giderlerini karşılıyor.) Buna karşılık “bir küçük şişe su” diye aldığımız en az miktar olan yarım litrelik “ambalajlanmış suya” (bu deyim Sağlık Bakanlığına ait) 50 kuruş ödüyoruz. Yerine göre sıcak havada yapılan bir toplantı, konser sırasında bir dikişte içilebilen bu suyun bedeli 1 ya da 2 lira olabiliyor. Yani en alt fiyattan hesaplasak bile, plastik şişedeki suyun litre fiyatı musluk suyunun bir tonuna eşit. Bir tonda bin litre olduğuna göre, şişe suyu musluk suyunun bin katına satılıyor. Özetle su, ticareti yapılan mallar arasında en kârlısı. Bu yüzden meşrubat, tüpgaz, gıda bayiliği gibi dağıtım ağına sahip firmalar, yanı sıra mutlaka su satışı da yapıyor. Geçen hafta ülke çapında izlenebilen bir televizyonun haber programcıları tarafından İstanbul’da 55 farklı firmaya ait sularda yaptırılan laboratuar incelemeleri sonucu, bunlardan 41 tanesinin suyu mikroplu, kirli, kısacası sağlığa zararlı çıktı. Ardından bir açıklama yapan İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş bu bilgiyi doğruladı ve önlem alınması için girişim başlattıklarını belirtti. Bunun üzerine harekete geçen Sağlık Bakanlığı 81 ilde rutin denetimlerin yanı sıra Temmuz Ayında ek denetim yaptıklarını ve toplam 5 su firmasının sağlığa zararlı su sattığını saptadıklarını açıkladı. Bakanlık denetimleri ile diğer bilgi kaynakları arasındaki 36 farkın nereden oluştuğuna dair bir açıklama yapılmadı. Ve bakanlık yaptığı açıklamada, özellikle musluk suyu yerine damacana suyu satışıyla ilgili olarak şunlara dikkat edilmesi gerektiğini belirtti: 1) Yetkili bayi ve satıcıdan satın alınmalıdır. 2) Çizik, kirli ve suyun tabii rengini göstermeyecek matlıkta olmamalıdır. 3) Güneşte, yüksek veya çok düşük ısıda, tozlu ortamlarda bulundurulmamalıdır. 4) Tüpgaz ile aynı ortamda taşınmamalı ve depolanmamalıdır. 5) Kapak, emniyet bandı, etiket ve gövdesinde bulunması gereken marka isimleri aynı olmalıdır. 6) Üretim ve son kullanım tarihlerine dikkat edilmelidir. Bakanlık yaptığı denetimler sonucu piyasadaki “ambalajlanmış suların” yalnızca yüzde üçünü sorunlu buldu. Bu yüzdenin neye göre hesaplandığı belli değildi. Satış yapan firma sayısına mı, sattıkları su miktarına mı, yoksa bizim içtiğimiz suya göre mi yüzde üç? Ayrıca sularda an çok rastlanan mikrop koli basili. Bu da, sulara dışkı karıştığı anlamına gelir. Kentlerin göbeğinde hayvan ahırı olmadığına göre, söz konusu mikrop büyük olasılık kanalizasyondan karışıyordur. Nasılını tahmin etmek zor değil, rastgele yerlerden çekilen sular şişelenip satılmaktadır. Ve herhalde böyle bir mikrobun yüzde değil binde üç bile olması, tehlike yaratması için yeterlidir. Bakanlık bu sorunun sıkı denetimin yanı sıra satıcılar ve alıcılar tarafından yukarıdaki kurallara uyulmasıyla çözüleceğini düşünüyor. Oysa açıklamasında, ruhsatsız kaynaktan su alınmadığını ve dolum sırasındaki sorunlu görülen durumlar sonucu 5 firmanın üretiminin durdurulduğunu belirtiyor. Belki su kapları, belki çalışanlar, belki de suyun kendisi kirlidir; bilemiyoruz. Ancak ortada bir gerçek var; su paketlenip satışa sunulduğunda, kâr oranı en azından yüzde 500 oluyor. Başka hiç bir yiyecek, içecek, petrol ürünü, silah ya da bağımlılık yaratıcı maddenin satışından bu kadar kâr edilmiyor. Bunun sonucu şişelenebilen her türlü su; yaylaların, ormanların buzlu soğuk sularını ya da temizliği ve berraklığı çağrıştıran markalar adı altında satılıyor. Biz de her zamanki gibi “güvenilir olmasa devlet izin vermez” diyerek bu suları rahatlıkla alıp içiyoruz. Sıcak havalarda elimizden şişe suyu düşmüyor. Öte yandan sanki musluk suyu harammış gibi, tüm toplu çalışılan ve yaşanan yerlerin yanı sıra evlerimizde bir kova suya on ton su parası ödeyerek damacanalar dolusu su tüketiyoruz. Neden? Çünkü kentler hızla büyür ve nüfus buralarda yoğunlaşırken; bir yandan da ülkemizde devlet su, kanalizasyon, yol benzeri altyapı yatırımlarına destek olmaktan vazgeçti. “Devlet kimseye zararı pahasına hizmet götürmez, mal üretmez” diye bir mantık türedi ve arkasından “kullanan bedelini ödesin” anlayışı yerleştirildi. Sonuçta devletin elinde ne kadar banka, şirket, hizmet kurumu varsa özelleştirildi, kamu kurumlarına yeterli bütçe ayrılmayarak zayıflatıldı. Bu ortamda ihaleyle duble yollar yapıldı ve üzerinden parayla geçildi. Yakın örneği burnumuzun dibindeki ücretli geçilebilen Göcek Tüneli. Tıpkı Deli Dumrul’un susuz dere üstüne kurduğu köprüden geçeni beş, geçmeyeni on akçe ödemeye mecbur bırakması gibi... Bu zihniyetin etkisiyle, kent içi hizmetlerin en önemlileri olan sağlıklı su temini ve dağıtımının yanı sıra kanalizasyon çalıştırılması giderek pahalı hale gelmeye başladı. Belediyeler su ve kanalizasyon yatırımlarının pahalılığından dem vurarak, buradan kaynaklı zararları karşılamak istemediklerini belirtmeye başladılar. Musluk suları giderek kirli, güvenilmez, içilemeyecek kadar yüksek klorlu hale geldi. Bir anlamda, sistem yurttaşları “ambalajlanmış su” kullanmaya doğru itti. Bunun sonucu su kârla bir ticari mala dönüştü. Eskiden kentlerde sık sık sokak çeşmelerine rastlanırdı. Yüzlerce yıllık, güzel işçilik örnekleriyle taşları süslenmiş, üzerinde bakır tas asılı olan çeşmeler olurdu. Sokakları arşınlarken çeşme göremeseniz bile, bir kapıyı çalıp su isteyebilirdiniz. Ama yazar Oktay Akbal’ın 1946’da yayınlanan ilk öykü kitabına ad olarak seçtiği gibi “Önce Ekmekler Bozuldu” ve son olarak sıra sulara geldi. Su için şimdi bir kapıyı çalsanız, her köşe başında şişe suyu varken bu davranışınızı kimse hayra yormaz. Su mal değildir, bu yüzden kâr amacıyla alınıp satılamaz. Tarım, sanayi ya da turizmde bir üretim girdisi olarak kullanılması ve bu yolla para kazanılması; toplumun büyük çoğunluğunun yalnızca içmek ve temizlenmek için kullandığı suyun da bir ticaret metası gibi görülmesini gerektirmez. Evet, kentte yaşamının bir bedeli olmalıdır ve bunun için su ya da kanalizasyon için ödeme yapmamız gerekir. Ama evimde kullandığım bir kaç ton suyun arıtılmasıyla bir turizm işletmesinin hizmet üretmek için kullandığı yüzlerce ton suyunki eşit ve eşdeğerde değildir. Bu yüzden suyu üretim, yani kâr amacıyla kullanıp kirleten her kurum ve kişi, temizlenmesinin sorumluluğunu da üstlenmelidir. Dolayısıyla suyu kâr amacıyla kullanmamak ve kirletip doğaya gelişigüzel bırakmamak, bir hayat kuralı olmalıdır. Bu tür kurallar; yapılması gereken işleri birilerine ihale ederek, ekonominin işleyiş biçimine uyularak, bireysel çıkarlar gözeterek sürdürülemez. Önce doğanın, sonra toplumun dengeleri gözetilmelidir. Dolayısıyla nüfusu 80 milyona dayanmış, en büyük kentinde 15 milyon kişinin yaşadığı bir ülkede su gibi en temel tüketim maddesinin sağlıklı kalması için herkesin eşit, adil ve gereksinimini karşılayacak biçimde su kullanması sağlanmadıkça; suların bozulmasının önüne geçilemez. Su hayattır, satılamaz. Suda otun, hayvanın, insanın, böceğin, gözle görülen ve görülmeyen tüm canlıların; kısacası dünyadaki hayatın hakkı vardır. Bu hakkı insan belirlemeye kalkıştığında, denge bozulur. Ve bu bozulma gün gelir insanı vurur... Bu haber 2570 defa okunmu?tur.
|
DOST SİTELER...
ÖNEMLİ LİNKLER...
GOOGLE TERCÜME |