| |||||||||||||||
EN ÇOK OKUNANLARSON YORUMLANANLARHABER ARASON DAKİKA HABERLERİ....EKŞİ SÖZLÜK...CANLI TV İZLE...YAKINDA... |
GIDA DENETİMİNDE TAVŞANA KAÇ, TAZIYA TUT DENİLİRSE27 Nisan 2012, 15:16 Geçen haftanın gözde konusu gıda maddelerindeki hilelerdi. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığının duyurusunda kimi peynirlere nişasta ve bitkisel yağ, yüzde yüz dana etinden yapıldığı belirtilen sucuklara tavuk eti, yine içinde dana etinden başka bir şeyin olmadığı iddia edilen bazı gıdalara da “tek tırnaklı et” katıldığı belirtiliyordu. (Anlaşılan bakanlık bizlere saygısı ve kibarlığından dolayı “at, eşek” demiyor, “tek tırnaklı” diyor.) Bu duyuru üzerine önce “bakanlık şikâyet etme mercii mi” diye düşündüm. Eğer böyle bir sorun varsa, sözü edilen hileleri bu şirketler herhalde denetimden hemen önce yapmaya başlamadılar, uzun süredir yapıyor olmalılar. Çünkü sözkonusu isimleri uzun zamandır raflarda görüyoruz. Dolayısıyla denetimde de bir eksiklik yok mu? Tabi bir de şu var: Bakanlık sitesinde hileci firmaların adı verilirken, aslında dolaylı olarak diğer markaların reklamı yapılmış oluyor. Ve bu durum daha çok büyük firmaların işine yarıyor. Çünkü listede adı az duyulmuş firmalar olduğu için, raflardaki tanınmış markalar gözümüze az tanınanlardan daha güvenli görünüyor. Herhalde bunun önüne geçmenin çaresi, ürün piyasaya çıkmadan önce hileyi saptamak ve üretimi durdurmak olmalı. Ayrıntıya girmeden, ülkemizde böyle bir gıda denetimi yapılıyor mu diye bakalım. Tütün ve ilaç dışında kalan tüm yiyecek ve içecekler “gıda” adı altında tanımlanıyor. Eskiden gıda denetimi belediyeler ve Sağlık Bakanlığı tarafından ortaklaşa yapılırdı. Büyük illerdeki Hıfzıssıhha Enstitüleri ve kimi belediyelerin laboratuarlarında kendiliğinden ya da şikâyet üzerine gıdalar incelenir, gerekli önlemler alınırdı. Ancak kentlerin hızlı büyümesi ve tüketimdeki artış, denetimin daha ciddi yapılmasını zorunlu kıldı. Bu amaçla 1995’de çıkarılan 560 sayılı kararnameyle denetim ve ruhsatlandırma yetkisi Sağlık Bakanlığına verildi. Bakanlık görevini belediyelerle işbirliği içinde yerine getirecekti. Ama bu birliktelik kısa sürdü. 2004 yılında 5179 sayılı yasa çıkarılarak gıda denetim yetkisi tümüyle Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığına devredildi. Buna göre belediyeler ve sağlıkçılar denetimin dışında kaldılar. Ancak, üretimin yapılacağı tesislerle ilgili izinleri yerel yönetimler veriyordu. Bakanlık yetkisini 8 Haziran 2011’de çıkarılan kararname çerçevesinde kullanıyor. Bu amaçla bünyesinde bir “Gıda ve Kontrol Genel Müdürlüğü” yer alıyor. Kararnamenin 7. maddesinde müdürlüğün görevleri sıralanmış. Saydım, tam 21 tane görevi var. İsteyen bakanlığın sitesine girer ve bunların nelerden oluştuğuna bakar. Aşağı yukarı tümü bitki, hayvan ve çeşitli gıda üretiminde esasların belirlenmesi, kayıt tutulması, tescil yapılması, izin verilmesi ve bunların izlenebilir kılınmasıyla ilgili. Gıda alanındaki faaliyetler bu çerçevelerde denetleniyor ya da hizmet satın alınarak denetlettiriliyor. Ayrıca genel müdürlük, alanıyla ilgili politika belirliyor, risk saptıyor, halkı bilgilendiriyor ve bakanlık tarafından verilen başkaca görevler varsa yerine getiriyor. Kâğıt üstündeki haliyle denetim konusunda bir boşluk yok gibi görünüyor. Ama dikkat edilirse, tüm bu faaliyetlerin birer kayıt ve onaydan ibaret. olduğu anlaşılıyor. Merkezi yönetim tüm karar ve imza yetkisini eline alıyor ama karşılığında hizmeti sürekli çalışan elemanlarıyla vermiyor. Bunun yerine, gerekli hizmeti yeni mevzuat gereği çoğu sözleşmeli olan personele yaptırtıyor ya da bünyesinde yer almayan laboratuar, şirket gibi özel kurumlardan hizmet satın alarak yerine getiriyor. Bu da “altı kaval üstü şişhane” misali uyumsuz bir durum yaratıyor. Çünkü bir kamu hizmetini özel kurumdan satın almaya ya da gerekli iş güvencesi olmayan birine yaptırtmaya kalkıştığınızda, asla maliyet, şirket kârı ve kişisel çıkarla ölçülemeyecek olan kamu yararını; bunlarla bağdaştırmaya çalışmış oluyorsunuz. Ve burada bir nokta koyup konuyu tekrar düşünmemiz gerekiyor: Gıda, inşaat sektörü ya da metalürji sanayine benzemez; bu yüzden kendine ait koşulları gözönünde tutulmalıdır. Örneğin bir deprem yönetmeliği çıkartarak aşağı yukarı tüm yapıları denetlemek mümkündür. Zaten bir yapının depreme dayanıklı olması için zemin, plan hesapları ve betonarmesinin sağlamlığı yeterlidir. En karmaşık endüstri ürünü olan elektronik eşyada bile standart oluşturmak kolaydır. Sonuçta mekanik bir aletin üretimi için gerekli girdi ve çıktılar rahatça izlenebilir. Ama yaşamımızın tüm alanlarıyla içli dışlı olan ve anlık tüketilen gıda için bu mümkün mü? Bugün bir gıda ürününün taklidi doğalından daha iyi yapılabiliyorken, yönetmeliklerle ve sözleşmelerle gıda üretimi denetlenebilir mi? Gerçekte, tükettiğimiz ürünlerde dana eti yerine eşek eti olmasından daha tehlikeli durumlarla karşı karşıyayız. Örneğin yediklerimizle, farkına varmadan gelişmiş ülkelerde izin verilenden daha çok genetiği değiştirilmiş organizma (GDO) tüketiyoruz. Bu tür ürünler görünüşte doğal gıdalara benzese de, içinde ne olduğu belirsizdir. İstenildiği kadar yönetmelik çıkarılsın, denetim yapılsın; hepimiz biliyoruz ki tarım ve hayvancılıkta kullanılan gübre, ilaç gibi kimyasallar zararlı. Yıllarca “dünyada tarımsal üretim, hayvancılık ve doğal kaynaklar açısından kendine yeterli on ülkeden biriyiz” diye övündük ama geldiğimiz noktada aç kalmakla ne olduğu belirsiz şeyler yiyip sağlığımızı yitirmek arasında sıkışmış görünüyoruz. Neden? Alıştığımız hayat tarzından böylesine uzaklaşmamızın nedeni ekonomiktir. Hileli gıdalarla ilgili duyuru yayınlayan bakanlık, geçtiğimiz günlerde başka bir bilgiyi de övünerek açıkladı. Buna göre son 9 yılda Türkiye’nin tarımsal ürün dışsatımı yaklaşık yüzde 283 artarak 15 milyar doların üstüne çıkmış. Bu artış yalnızca 2011 yılında, bir önceki yıla göre yüzde 20’den fazla olmuş. Yöremizdeki toplam gelirlerin yüzde 60’ı hala tarımdan elde ediliyor. Şimdi çiftçilerimize tek tek, bu dışsatım artışından nasıl etkileniyorlar diye sormak gerekiyor. Türkiye fındıktan sonra en çok domates ihraç ediyor ve bunun önemli bir bölümü Akdeniz’den gidiyor. Ne Karadeniz’in fındık üreticisi, ne Akdeniz’in domates yetiştiricisi bu tür artışlardan bir kâr sağlamıyor. Çünkü tarımla uğraşanların büyük bölümü küçük üretici ve ancak kendine yeterli insanlarımızdır. Bu tür tarımsal “ilerlemelerden” yalnızca büyük üreticiler ya da ürünün büyük çapta ticaretiyle uğraşanlar para kazanır. Ayrıca iç tüketim yerine dışsatımın artması, ülke ekonomisinin dövize olan bağımlılığıyla ilgilidir. Türkiye dış ticaret açığını düşürmek için elinde ne varsa satacak duruma geldikçe ürünün iyisi ülke dışına, kötüsü içeri verilecektir. Bu arada ülke içi koşullardaki değişimler sonucu gıda sektörü kârlı hale gelmiş ve yeterince denetlenemeyen bir iç piyasa oluşmuştur. Çünkü ülkemizde ürün denetimi kaba bir piyasacı anlayışla yapılmaktadır. Bir malın yeterince kaliteli üretilebilmesi için toplumun demokratik, şeffaf yönetimli, kültürlü ve bireylerinin kendine özgüvenli olması gerekir. Resmi kurumlar kendi işyerlerinde bile “bugün var yarın yok” misali sözleşmeli personel çalıştırırken, başkalarını denetleyemezler. Öte yandan işyerlerinde ancak patron ya da yöneticiyle işbirliği içindeki sendikalara izin verilmekte, baskı ya da işten çıkarmalarla çalışanların işyerlerindeki olumsuzluklara ses çıkarması önlenmektedir. Mahkemelerin yavaş işlemesi ve adaletin pahalı oluşu, hukuku tüketiciler açısından kullanışsız kılmaktadır. Son yaşanılanlara benzer durumlarda herkes “merdiven altı” denilen kaçak üretimi suçlar ama vergi adaletsizliklerinin kayıt dışı ekonominin önünü açtığı unutulur. Tüm bunlar gıda gibi karmaşık bir sektörün denetimini olanaksızlaştıran önemli etkenlerdir. Ve sonucunda bakanlık gıda ürünlerini ancak piyasaya çıkıp zararı yaşandıktan sonra inceleyebilmektedir. Buna da “serbest piyasa ekonomisi” yerine, “tavşana kaç tazıya tut ekonomisi” demek gerekir. Bu haber 2335 defa okunmu?tur.
|
DOST SİTELER...
ÖNEMLİ LİNKLER...
GOOGLE TERCÜME |