| |||||||||||||||
EN ÇOK OKUNANLARSON YORUMLANANLARHABER ARASON DAKİKA HABERLERİ....EKŞİ SÖZLÜK...CANLI TV İZLE...YAKINDA... |
YAZAN İKİ İNSAN VE YAZMAK ÜSTÜNE25 Kasım 2012, 16:59 Bu yazı kişi ya da kitap tanıtımıyla ilgili değil. Çünkü ne sözünü edeceğim insanlar ve yayınlanan kitaplarında böyle bir tanıtım talebi ya da gereksiniminin izi, ne de benim basmakalıp sözlerle olası okuyuculara rehberlik etme niyetim var. Başka bir konu üstünde duracağım. Nesli tükenmeye yüz tutmuş bir canlı türü gibi, yazı ve yazmaktan bahsedeceğim. Bu çerçevede elbette yazar arkadaşlara da kısaca değineceğim. Orhan ve Esat Tez kardeşler Muğla Fethiye’de doğdu ve halen burada yaşıyorlar. Orhan 1960 doğumlu ve inşaat mühendisi. Esat bir yaş daha küçük, eczacı. Daha önceden de göz aşinalığımız vardı ancak asıl tanışıklığımız, yaklaşık 15 yıl önce “Fethiye Söz” gazetesinde birlikte çalıştığımız zamanlara uzanıyor. Orhan ve Esat daha çok sanat, edebiyatla uğraşırken, ben haberler ve teknik işlere bakıyordum. Her yerel gazete için geçerli sıkıntılara rağmen işimizi ciddiye alıyor, sanki küçük bir ilçeye değil de tüm insanlığa sesleniyormuşçasına özenli çalışıyorduk. Ancak her şey gibi bunun da sonu geldi. Zaten gazeteyi, toplumsal kötülüklerin küçük yerlere geç ulaşmasından kaynaklanan bir serbest zaman aralığında çıkarıyorduk. Tıpkı ülke genelindeki gibi buraların medyasına da büyük siyaset ve ticaretin egemen oluşunun ardından, gazetemiz kapandı. Ama yazmayı durdurmadık ve her birimiz, çabalarımızı farklı yollardan sürdürdük. Orhan günlük, anı, deneme, gezi, öykü türü yazılarını bir araya getirdiği kitaplar yayınlıyordu. Ben yerel gazetelere haber ve köşe yazıyordum. Geçenlerde Esat’ın Çalıca’daki eczanesine uğradığımda, kitabının çıktığını öğrendim. Oldukça zor bir konu olan çocuk şiiri yazıyordu ve bir bölümünü “Boğazıma Kılçık Kaçtı” adı altında kitaplaştırmıştı. Orhan, 20’nin üstündeki kitabına bir yenisini daha eklemiş, balık ve balıkçılıkla ilgili yazılarını “Balık Sana Emanet” adıyla kitap haline getirmişti. (İkisini de hemen okudum.) Biraz havadan sudan konuştuktan sonra benim de Fethiye ile ilgili yazılarımı derleyip kitaplaştırmamı önerdiler. İlk duyduğumda kulağımı tırmalasa da, böyle demelerinin ardındaki kaygıyı ben de paylaşıyordum. Çünkü doğup büyüdüğümüz ve halen içinde yaşamaya çalıştığımız memleketimiz; kapitalist dünyanın her köşesinde görülen alışılmış bir yaşam tarzının taklit edilmesi sonucu hızla değişiyor, gözümüzün önünde yok oluyor ve adeta bizimkiyle birlikte gelecek kuşakların belleğinden de sökülüp alınıyordu. Yazmakla bu yok etme faaliyetine yeterli karşı duruş oluşturamasa bile, en azından var olanı kayda geçirme ve geleceğe aktarmaya yarıyordu. İşte bu yazının konusu, böyle bir sohbet ortamında doğdu. Çevremizdeki nesneleri, ilişkili olduğumuz kurumları, kullandığımız kavramları, yaptığımız işleri hep kendilerinden ibaretmiş gibi görürüz. Örneğin elma denilince tatlı ve sulu, limon denildiğinde ise ekşi bir meyve aklımıza gelir. Oysa bu kadar basit değildir. Karşılaştığımız her şeyin içinde bir tarih vardır. Her söz ya da şey, sayısız toplumsal ilişkinin belli koşullarda büründüğü somut biçimlerdir. Dolayısıyla kendimizi ve çevremizi doğru anlamak istiyorsak, hayattaki bağlantıları içinde düşünmemiz gerekir. Elma gülgiller familyasından, anavatanının Kuzey Anadolu olduğu tahmin edilen, yaklaşık on bin yıl önce başlayan tarımsal faaliyetler sırasında evcilleştirilmiş, farklı koşullarda yetişsin diye değişik türleri yine insan tarafından geliştirilen, göçler ve ticaret yoluyla dünyaya yayılan bir meyvedir. Tatlısından turşusuna, şarabından kurusuna kadar değişik biçimlerde tüketilir. Son yıllarda ticari kaygılarla genetiği değiştirilerek, doğal olmayan yollardan bodur türü üretilmiştir. Ancak bu tür evrim geçirmediği için bağışıklığı zayıftır ve hastalıklara karşı dayanıksızdır. Dolayısıyla daha çok ilaç ve gübre kullanmayı gerektirir. Bu da insan sağlığına zararlıdır. Anlaşılacağı üzere elimize aldığımız her elmanın ardında biri ötekinden farklı, ayrıntılı ve önemli bir öykü vardır. Hepimiz bunu bilemeyiz ama “aydın” sayılanlarımız bilmek zorundadır. Çünkü toplumu aydınlatmazlarsa, insanlarımız iyi ve kötü hakkında yeterince bilgilenemez. İşte yazı ve yazmak, bu işin yerine getirilmesinin en uygun yoludur. Unutulacağını bildiğimiz ama unutulmasını da istemediğimiz konuları başta kendimize olmak üzere geleceğe ve uzaklara, yazıyla aktarır ve hatırlatırız. Buradan çıkacak sonuç, yazma ve okumanın yaşamımızdaki yerinin çok önemli olduğudur. Ama bu önem doğru biçimde anlaşılmalıdır. Eğer bir iş yaşamın tümünü ilgilendiriyorsa, herkes az çok yapabilmelidir. Yazmak böyle bir iştir. Okuyabilen her insan aynı zamanda meramını yazılı olarak anlatabilir. Hatta bunu yapmalı ve yazdıklarını gizlemeyerek herkesle paylaşmalıdır. Eğer bize yazmakla ilgili sunulan örneklerin etkisinde kalır ve yalnızca ünlü kişilerin yazabildiğini, onlar gibi ya da onların yazdığı yerlerde yazamıyorsak anlam taşımadığını düşünürsek, yanlış yaparız. Çünkü böyle bir zihniyet yaşamı zorlaştırır. Neden derseniz, gerçekleri yalnızca bir avuç insan yazacak olursa, geri kalanlar dünyayı onların gördüğü gibi algılamak zorunda kalır. Kendine ait fikirleri olmayanlar, er ya da geç başkalarının çıkarlarının oyuncağı olurlar. Diyebiliriz ki; yazmak, yazarlara bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir ve hepimizin az çok yazabilmesi gerekir. Kitap, yazı bulunduğundan beri duygu ve düşüncelerimizi başkalarıyla paylaşmanın en etkili yoludur. Ama tıpkı yazarlar gibi, günümüzde kitaplar da para kazanmanın aracı haline getiriliyor. Bu yüzden parlak kâğıtlara basılıyor, ticari markaya benzeyen adlarla piyasaya sürülüyor ve pahalıya satılıyorlar. Öte yandan bu olumsuz değişim, kitabın ve yazmanın değersizleşmesiyle eşzamanlı yaşanıyor. Uzunca zamandır kitap ve yazmak, okuryazarlar arasında aranan ve sevilen konular değil. Çünkü telefonun yaygınlaşmasının mektubu unutturması gibi, internet karşısında da gazete dâhil her tür yazılı kâğıt önemsizleşiyor. Bu biraz şuna benziyor: Bizim gibi ortayaşlılar, Türkiye’de televizyon yayınının başlayıp gelişmesine doğrudan tanıktırlar. Televizyonun ilk somut etkisi, sinemaların kapanması ve film yapımının durması olmuştu. O zaman gazetecilik okuyordum. Hocalarımız televizyonun ilk başladığı yer olan ABD’yi örnek göstererek, Türkiye’deki bu durumun geçici olduğunu söylüyorlardı. Televizyonun saltanatının yaklaşık 25 yıl süreceğini ve insanların tekrar sinemaya ilgi göstereceğini anlatıyorlardı. Nitekim öyle oldu. Buradan yola çıkarak şöyle bir sonuca varmak herhalde yanlış olmaz: Kısa cümlelerle iletişim kurma alışkanlığı yaratan ve uzun yazılar yerine görüntüyü öne çıkaran internet iletişimi geçicidir. Hiçbir bilimsel / felsefi bilgi ve yazılı edebiyatın taşıdığı duygu, kısa twit’lerle ya da SMS’lerle aktarılamaz. Çünkü insanı diğer canlılardan ayıran temel özelliklerden biri de soyut düşünmesidir. Yani biz gözümüzün önündeki şeylerin görmediklerimizle bağlantısını kurabiliriz. Somut bir olayın binlerce yıl önce ya da binlerce kilometre ötede yaşananlarla bağlantısını doğru ve gerçekçi biçimde kurmanın, yaşamımızı kolaylaştıran bir iş olduğunu kuşaklardan beri biliriz. Kitap gibi, bir konuyu uzun ve ayrıntılı biçimde anlatan yazı biçimi; bu özelliğimizi koruyup sürdürmenin en önemli aracıdır. Günümüzde ne kadar yazılıp okunduğu önemli değildir. Böyle bir insani düşünme alışkanlığımız sayesinde, her kitabın toplumun bir yerlerinde hak ettiği değeri gördüğünü ve gelecekte durumun kitap lehine değişeceğini söyleyebiliriz. Hiçbir karşılık beklemeden, düzgün ve anlaşılır biçimde, içindekileri dışa vurarak ve gerçekleri göstererek yazmak; bu yüzden önemlidir. Arkadaşlarıma yazdıkları kitaplar için elinize, aklınıza sağlık diyorum… Bu haber 1957 defa okunmu?tur.
|
DOST SİTELER...
ÖNEMLİ LİNKLER...
GOOGLE TERCÜME |