| |||||||||||||||
EN ÇOK OKUNANLARSON YORUMLANANLARHABER ARASON DAKİKA HABERLERİ....EKŞİ SÖZLÜK...CANLI TV İZLE...YAKINDA... |
BAKANLIĞIN HES RAPORU29 Ocak 2012, 20:54 Elbette son seçimin ardından adı değiştirilen “Orman ve Su Bakanlığı”ndan bahsediyoruz. Geçtiğimiz günlerde bu bakanlığa bağlı DSİ Genel Müdürlüğü hidroelektrik santralleri (HESleri) savunan bir rapor yayınladı. Ve bunda da genellikle benzerlerinde gördüğümüz gibi pek çok tutarsız, çelişkili, tek yanlı düşünceler yer aldı. Diğerlerini sona bırakıp önce şu “tek yanlılık” üzerinde duralım. Kamu hizmeti vermekle yükümlü bir kurumun bir konuda yalnızca belli bir görüşü dile getirerek karşıt görüşleri çürütmek zorundaymış gibi davranması, göreviyle bağdaşmaz. Çünkü kamu hizmeti doğal olarak çeşitli çıkarları barındıran toplumun geneline sunulur. Bu sırada belli bir çıkar grubu lehine konuşmak, diğer gruplar üstünde baskı kurarak adalet ve eşitlikten uzaklaşmak anlamına gelir. Dolayısıyla kamu kurumunun farklı çıkarlar arasında demokratik bir rekabeti koruyacak biçimde davranması ve bu amaçla genel olarak yansız, özel olarak eşitsizlik yüzünden ezilenler lehine ayrımcılık yapması gerekir. Oysa bakanlık bu raporunda güçlüden, yani HES şirketlerinden yana tavır alırken, başta köylülerimiz olmak üzere mağdur olan benzer toplum kesimleri ve sayısız doğal canlıyı karşısına almaktadır. Raporda ne deniyor? Neler denmiyor ki… Örneğin akarsularımızın yılda 216 milyar kilovat saat elektrik üretecek kapasitede olmasına rağmen bunun yalnızca 52 milyar kilovatının, yani dörtte birinin kullanıldığı ve 2023’e kadar kurulacak yeni HESlerle bu miktarın üçe katlanması gerektiği söyleniyor. Bunun için bin 500 kadar HES kurularak Keban Barajının 23 katına eşit elektrik üretileceği belirtiliyor. (Keban bin 330 megavat gücünde.) Bu sayılar kafa karıştırmasın, anlamları şu: 23 tane Keban Barajımız daha olması için, önümüzdeki on yılda ülkemizde üzerine en az birkaç tane HES kurulmamış küçücük bir dere dahi kalmayacak. Neden? Çünkü sulardan elektrik elde etmek için elimizde büyük bir olanak var ama bunu kullanmıyoruz. Bu konuda verebileceğim daha iyi örneklerle aynı mantığı sürdürelim ve nasıl bir sonuca ulaşacağımızı hep birlikte görelim. Türkiye’nin rüzgâr enerjisinden elektrik elde etme potansiyeli yaklaşık 48 bin megavattır. Bu, Keban barajının 35 katı bir güç demektir. Şu an ülkemizde bu gücün yaklaşık yüzde 1 kadarı kullanılmaktadır. Eğer hepsi kullanılırsa, elektrik sıkıntısı kalmaz. Ve bakalım nasıl bir sonuç ortaya çıkar: Ülkemizde rüzgâr alan ne kadar kıyı, yayla, düzlük ya da tümsek varsa; yüksekliği yaklaşık 150 m ve üzerinde çapı kimi zaman 70 m.yi aşan dev pervanelerin döndüğü kulelerle dolup taşar. Bunların çıkardığı gürültüden, yakın yerleşim birimlerindeki insanlar uyuyamaz. Manyetik ortamı etkiledikleri için televizyon izlenemez, telefon konuşması yapılamaz. Bu kuleleri dikmek için toprağı eni boyu 15 m, yüksekliği 4 m kadar olan beton bloklarla donatmak gerekir. Bu büyüklükteki bir rüzgâr santralinin tanesi yaklaşık bir milyon 500 bin dolar kadardır. Eğer ülkemizin tüm rüzgâr potansiyeli kullanılacak olursa, elektrik sorunu çözülür. Ama yaşamak için başka bir ülkeye taşınmamız gerekir. Çünkü başımızı çevirdiğimiz her yönde rüzgâr santrali ormanı görür ve ayak basacak yer bulamayız. Aynı zamanda ülkemiz güneşi bol ve yılın ortalama 300 günü güneşli bir yerdir. Alanı bir metrekare olan bir güneş panelinden günde 3 ile 9 kilovat arası elektrik üretilebilir. Geçen yıl ülkemizin toplam elektrik tüketimi yaklaşık 250 milyar kilovat saat kadardır. Gerekli çarpma bölmeleri yaparsak, herhalde elektrik gereksinimimizi güneşten karşılayabileceğimizi görürüz. Ama bunun gerçekleşmesi durumunda öyle bir sorunla karşılaşırız ki, yine başka bir ülkeye taşınmaktan başka çıkar yolumuz kalmaz. Çünkü milyonlarca panelin düzenli olarak ısıyı elektriğe çevirmesi için yüzeylerinin temiz kalması, dolayısıyla üzerlerinde biriken tozun sürekli yıkanması gerekir. Bunun için ülkemizin tüm nehirleri bile yetmez. Ayrıca kilometrekarelerce düzlük alanı güneş panelleriyle kapladığımızda, geriye bir avuç buğday, bir tane şekerpancarı yetiştirecek tarla dahi kalmaz. Yani bu mantıkla da enerji gereksinimimizi gideremeyiz. Üstelik güneş enerjisi elde etmek için kullanılan malzemenin yaratacağı çevre kirliliğinden hiç bahsetmiyorum. Örneğin yerli kaynaktan yararlanalım diye ne kadar linyit rezervimiz varsa kullanmaya kalkışsak, kömür dumanından nefes alamaz hale geliriz. Her yeri doğalgaz, nükleer, termik vs. santrallerle donatmış olsak; yalnızca buralarda buhar elde etmek ve soğutmada kullanmak için gereken suyun miktarı bile çevre felaketi yaratmaya yeter. Çünkü bu tür ısı santrallerine doğal olarak alınan su, en azından yedi-sekiz derece ısınarak geriye bırakılır ve bu ister denize, ister karaya bırakılmış olsun, pek çok sorun yaratır. Dolayısıyla bakanlık raporunda tüm akarsulardan yararlanarak elektrik üretilmesi gerektiğinden bahsedilmesinin arkasındaki mantık başkadır. Çünkü enerji sıkıntısı olduğu bahane edilerek sularımızın tümünün kullanım hakları 49 yıllığına şirketlere verilmektedir. Bu da yakın bir gelecekte başka yollardan enerji üretilecek olsa bile, artık suların yönetiminin kar amacıyla özel şirketlerin elinde kalacağı anlamına gelir. Raporda başka inciler de var. Eğer tüm HESler tamamlanırsa, kirli enerji kaynaklarına gerek duyulmayacağı için havaya salınan karbondioksit miktarında azalma olacakmış. Bu azalmanın, bir buçuk milyar ağacın atmosfere oksijen salmasına eşdeğerde olduğu belirtiliyor. Raporu hazırlayanlar HES göletlerinin doğal olmadığını ve içinde organik maddelerin çürümesi sonucu atmosfere zarar veren metan gazı oluştuğunu bilmiyor olmalılar. Tabi HESler yapılırken ne kadar ağaç kesildiği de ayrı konu. Ve HES göletlerinin canlılar için ölüm tuzağı olduğunu da unutmamak gerek. Buralarda biriken suyun doğadaki gibi kendini temizleyici düzenekleri yoktur. Bu yüzden kısa sürede mikrop yuvası haline gelirler. Sonucunda, baraj kurulan yörelerin altındaki yerleşimlerde suya bağlı kolera, tifo, dizanteri gibi hastalıklar artar. Elbette bu sular bitki ve hayvanları da hasta eder. Tümünü irdelemeye kalksak, sayfalar yetmez; rapor buna benzer tutarsızlıklarla dolu. Örneğin dere yatağına yüzde on “can suyu” bırakılacağı, endemik türlerin yaşayabilmesi için bazen bundan fazlasının da salınacağı söyleniyor. Endemik, o yöreye has canlılar için kullanılan bir deyim. Yani her yörede görülen canlılar için fazla su bırakmaya gerek yok ama yalnız orada yaşayanlara bir ayrıcalık yapılabiliyor. Peki, bu canlılar için ne kadar su gerektiğini nereden bileceğiz? Herhalde önce biraz su bırakılacak ve kaç tanesi ölüyor diye bakılacak. Eğer yetersiz su yüzünden hepsi ölürse, barajı yıksak bile ölenler geri gelecek mi? Ve başka canlıların hayatı hakkında karar verme hakkını biz kimden alıyoruz? Orman ve Su bakanlığının elinde henüz kararlar verdiği, projeler yaptığı alanlarda hangi canlıların yaşadığına ilişkin bir döküm bile yokken, buralarda endemik tür mü yoksa başka bir canlı mı bulunduğu nasıl belirlenecek? Nerede hangi canlının yaşadığını, bu alanları gönüllü olarak koruyan ya da bilimsel çalışma yapanlar sayesinde biliyoruz. Bu çabalarını para ve olanak bulabildikleri kadar, fedakârca gayret göstererek sürdürüyorlar. Bakanlığın bu konularda en küçük bir katkısı olmuyor. Ama söyleyecek pek çok sözü bulunuyor… Bu haber 2766 defa okunmu?tur.
|
DOST SİTELER...
ÖNEMLİ LİNKLER...
GOOGLE TERCÜME |