Likya Haber Gazetesi, Kalkan, Kaş Antalya Haberler
ANASAYFA HABER ARA FOTO GALERİ VİDEOLAR ANKETLER SİTENE EKLE RSS KAYNAĞI İLETİŞİM

EN ÇOK OKUNANLAR

HABER ARA


Gelişmiş Arama

BU GÜNÜN MANŞETLERİ...

manşetler

SON DAKİKA HABERLERİ....

EKŞİ SÖZLÜK...






CANLI TV İZLE...

YAKINDA...

ÖZELLEŞTİRMELERE HAYIR!

ALEXA

Alexa Certified Traffic Ranking for www.likyahaber.net

SİTEYE GELENLER

free counters

ÇEVRİMİÇİ

HAVADAN PARA KAZANANLAR, DOĞAYA VE EMEĞİNE SAHİP ÇIKANLARA SÖZ SÖYLEYEMEZ

Mehmet POLAT

31 Temmuz 2011, 21:05

Mehmet POLAT

Bu yazı Antalya kaynaklı “Sekiz Sayfa Haber” sitesinde 29 Temmuz’da yayınlanan ve “karbon danışmanı” Aynur Uysal’la yapılan  “HES'lere doğalgaz lobisi karşı çıkıyor” başlıklı röportajdaki iddialara yanıttır. (http://www.sekizsayfa.com/haber/6526--hes39lere-dogalgaz-lobisi-karsi-cikiyor.html) Ülkemizin her köşesindeki sayısız HES karşıtı gibi ben de bu yapılara karşıyım. Şirketlerden çıkar ya da destek beklemek bir yana,  bu işleri gönüllü yapıyoruz. Önce “karbon danışmanlığı”nın ne olduğu üzerinde duracağım, ardından en küçük bir bilgi kırıntısı dahi taşımayan bu iddiaları irdeleyeceğim. Amacım Uysal gibi insanlara laf yetiştirmek değil, her zaman ve her durumda dert sahiplerinin yanında olduğumu ifade etmek.
Karbonla ilgili danışmanlık, uzmanlık, müdürlük gibi işler daha çok son yıllarda duymaya başladığımız ve genellikle büyük miktarlarda enerji tüketen ya da üreten kurumlar için verilen bir hizmet türünü ifade ediyor. Dünyayı yıllar boyu hoyratça kullanarak yok etme sınırına yaklaştıran şirket ve ülke yöneticilerinin de artık yaşayacak başka yerleri olmadığını fark etmeye başlamasından beri,  kapitalizmi daha az zararlı kılmak için bu tür işler yapılıyor. Bu alandaki uzman kişilerin işi, şirketlerin kârlarını korumak amacıyla atmosferi nasıl daha az kirleteceklerini ya da “yenilenebilir enerji” alış verişini en kârlı biçimde nasıl yapacaklarını bilmek. Büyük şirketlerin genellikle bu işler için ayrılmış bir bölümü varken, küçükler gerek duydukça uzman kişi ya da kuruluşlardan hizmet satın alıyor.
Anlaşılacağı üzere Uysal başta enerji şirketleri olmak üzere gerek duyan her şirkete ücretli hizmet sunmaktadır. Dolayısıyla önce şunu belirleyelim: Harcadığı emeğin niteliği bakımından kendini “çevreci” dediği kişilerle karşılaştıracak durumda değildir. Çünkü kendisi para kazanmak için, sözünü ettiği insanlar gönüllü çalışırlar. Bu yüzden Uysal’ın HES karşıtlarını kendisi gibi çıkar amacıyla çalışıyorlar sanması, bilinçsizce yapılmış bir eşitlik kurma çabasıdır. Ayrıca işinden dolayı hiç kimse Uysal’ı “HES şirketlerince destekleniyor” diye tanımlamazken kendisinin kalkıp HES karşıtlarını bu biçimde suçlaması, işgüzarlıktır. Üstelik bunu “dedikoduları dolaşıyor” diye ifade etmesi, işgüzarlıktan da öte bilerek yapılan bir karalamadır. Kim, nereden, nasıl bir çıkar elde ediyorsa; hemen açıklamalıdır. Açıklayamıyorsa, sarf ettiği sözler için özür dilemelidir.
Bir de röportajda dikkati çeken şu var: Uysal biraz da küçümseyerek “çevreci” dediği insanların galiba her şeye rasgele karşı çıktığını,  uçuk kaçık kişiler olduğunu, laf etmekten başka iş yapmadığını sanıyor olmalı. Çünkü hakkımızda yalan yanlış bilgilerle köylüleri kandırarak olay yaratıyormuşuz gibi konuşuyor. Oysa buna karşılık kendi gibileri köylülere gerçekleri anlatıyor, HES şirketlerinin yöredeki insanlara iş vermesini, “sosyal sorumluluk projeleri” kapsamında okul, su, yol gibi eksiklerin giderilmesini sağlıyormuş…
Uysal gerçekten bilmiyor: Bir köyde HESe karşı çıkanlar, o köyde yaşayanlardır. Hiç kimse uzaktan gelerek köylüyü köyünde kandıramaz. Bu projelere toprağı elinden alınan, ağacı kesilen, atalarının mezarları bile baraj gölleri altında kalan ve sonunda su bolluğu içinde su sıkıntısı çeker hale gelen insanlar karşı çıkıyor. Bunlara suyun hayat olduğunu bilen ve kullanım hakkının bir şirkete verilmesini yanlış bulanlar karşı çıkıyor. Bu projelere yalnızca insanlar değil; ağzı dili olmayan kurt, kuş, ağaç, böcek, tüm canlılar karşı çıkıyor.  Tabi karbon ticaretinden elde edilen kazançlarla kulağı insan sesine bile kapatılanlardan doğanın sesini duymasını bekleyemeyiz. Çünkü onlar buna benzer yörelerde dağıttıkları üç beş kuruşla ve sağladıkları kırık dökük birkaç küçük işle; köylüyü köylüye ve köyü komşusuna düşman ediyorlar. HES şirketleri sayısız örneğini verdikleri uygulamalarla köylerimizde geleneklerimizi hiçe sayıyor, paranın her şeye muktedir olduğu bilinci yayıyor,  rekabet yaratıyor ve düşmanlık tohumları ekiyorlar. Bunlar mı “sosyal sorumluluk”?
Ve şunu da eklemek istiyoruz: Bir köyün, okul, köprü, yol vs. eksiğini gidermek için yakınlardaki bir su kaynağını, ormanı ya da maden alanını neden ille de bir şirkete vermek gerekiyor? Uysal köylerdeki eksiklerin giderilmesini çok istiyorsa, şirketlere danışmanlık etmek yerine doğrudan köylülerin yanında yer almalı ve elinden başka bir şey gelmiyorsa bile en azından köylülerimizin sorunlarını duyurmaya çalışmalıdır. Bu tür sorunları çözecekmiş gibi şirketleri köylerimize, dağlarımıza, meralarımıza, su kıyılarına yerleştirmek yanlıştır.
 
HESlere karşı çıkış nedenimiz aslında hükümete muhalefet etmek mi?
 Uysal’ın iddialarından biri de HES karşıtlarını körü körüne iktidar partisine muhalefet etmekle suçlamasıdır. Ona göre “iktidar ne yaparsa kötü yapar” mantığıyla böyle davranıyoruz. Acaba Uysal hiç HES karşıtı bir çalışma görmüş mü?  İktidar partisinden belediye başkanlarının, il ve ilçe yöneticilerinin, hatta bakan ve milletvekillerinin bile en azından yörelerindeki HESlere karşı çıktığını biliyor mu?  Belli ki bunlardan haberi yok ve kulaktan dolma konuşuyor.
HES karşıtlığı tüm canlıların su hakkını savunduğu için doğası gereği siyaset, cinsiyet, kültür, bölge ayrımcılığı içermeyen bir toplumsal muhalefet hareketidir. Ayrıca hangi nedenle olursa olsun insanlar HESlere durduk yerde karşı çıkmaz. Mutlaka önceden o yakınlarda “hiçbir zarar vermeyeceği” gerekçesiyle bir HES kurulmuş, köylüler mağdur edilmiş ve bunun üzerine yenilerinin yapılmasına karşı çıkılmıştır.
Örneğin Antalya Akseki Gümüşdamla köyündeki HES karşıtlığı böyledir. Daha önceden yöreye yapılan ve şu an inşaatı süren projelerin zararları sürekli yaşandığı için köylülerimiz HES istemiyor. Çünkü heyelanlar yüzünden yöreleri yaşanmaz halde. Bu arada başka yörelere kurulan HESlerin zararlarını ayrıntılı olarak öğreniyor ve daha çok karşı çıkma gereği duyuyorlar.
Fethiye Karabel mevkiindeki Eşen I HES 6 bin dönüm verimli tarım arazisinin su altında kalmasına yol açtığı ve tarlalar “acil kamulaştırılma” kapsamında yok pahasına köylülerin ellinden alındığı için, yöredeki başka HESlere de karşı çıkılıyor.
Türkiye’deki toplam sayıları 2 bin 200 dolayında olan HES projelerinin yaklaşık üçte biri Doğu Karadeniz’de yer alıyor. Bunların küçük bir kısmı yapıldığı ve sayısız zarara yol açtığı için yörede büyük bir HES karşıtlığı var.
Ülkemizde HES kapsamında yürütülen işlemler, aslında tatlı su kaynaklarının küresel ölçekte özel şirketlere devredilerek karlı biçimde işletilmesi çabalarının bir parçasıdır. Bu özelleştirmeci ve piyasacı anlayış 1980’den beri uygulanıyor. Yakın zamana kadar HES kurma girişimleri “yap işlet devret” modeline göre yürütülüyordu. Bugünkü yaygınlığına ulaşması, şu anki iktidar partisinin çabalarıyla olmuştur. O bakımdan HES karşıtlığının hükümet kararlarını eleştirmekle ilintisi vardır ama bundan ibaret de değildir.
Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) bu hükümetten önce, 2001 yılında kuruldu. Suların kullanım hakkının 49 yıl süreyle şirketlere devredilmesi yönetmeliği 26 Haziran 2003’de çıkarıldı. Ardından HES yapılmasında yaşanan sorunlara bağlı olarak bu hükümet döneminde bir dizi mevzuat değişikliği yapıldı. Bunların hepsi de şirketlerin çıkarlarına öncelik tanır niteliktedir.
Önce 2007 yılında DSİ Enerji Bakanlığından alınarak, hiç ilgisinin bulunmadığı Çevre ve Orman Bakanlığına bağlandı. Çünkü HES izinleri bu bakanlıkça verilirken, suları kamu adına yöneten ve başka bir bakanlığa bağlı olan DSİ ile sorunlar yaşanıyordu. Ardından, bugün elektrik üretiminden dağıtımına kadar tüm sektörü kapsayacak biçimde enerji piyasasının özelleştirilmesine ilişkin yasal düzenlemeler yapıldı. Mahkemelerin HESler aleyhine verdiği kararların önüne geçmek için Çevre Kanunundan Mera Yönetmeliğine, ağaç kesimlerinin kolaylaştırılmasından milli parklarla ilgili düzenlemelere ve karbon borsasının kurularak HESlerden üretilecek elektriğin uluslararası piyasalarda kolayca satımına kadar bir dizi mevzuat değişikliği gerçekleştirildi. Elektrik üretim lisanslarının alınış tarihlerine bakılırsa, buna benzer her düzenlemenin ardından lisans sayısında bir sıçrama olduğu görülür.
Mevzuatta HES şirketleri lehine yapılan bu düzenlemeler yetmez gibi, 13 Mayıs 2011 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan “Su Yapıları Denetim Yönetmeliği”ne göre bugüne kadar HESlerin DSİ tarafından yapılan denetim işlemleri de artık özel şirketlerce yürütülecek. Bu yüzden Uysal’ın röportajında bu işleri hâlâ kamu kurumları yapıyormuş gibi konuşması ve içimizin rahat olmasını söylemesi boşunadır. Anlaşılacağı üzere çayın kuşu, çayın taşıyla vuruluyor. Başka toplumsal dengelerin yanı sıra şirket ve halk arası hakkaniyeti de gözetecek olan kamu kurumlarının yerini, artık yalnızca kâr amacıyla çalışan şirketler alıyor.
Yine de, Uysal’ın kendini hiçbir zaman iktidar partisine muhalefetle sınırlamayan HES karşıtlığını böyle yapıyorlar diye suçlamasının anlaşılır bir yanı var. Her ne kadar HES karşıtları yaşamı savunurken siyaset ayrımı yapmıyorsa da,  doğa ve topluma zarar veren mevzuat değişikliklerinin çoğu bu hükümet döneminde gerçekleşti. Kaldı ki bazı düzenlemeler eski bile olsa; sakıncalarının bu hükümet tarafından giderilmesi şöyle dursun, daha da ilerletildi. Dolayısıyla Uysal’ın HESlere karşı çıkışı hükümete karşı çıkmak gibi anlaması normal ama eksik ve yanlıştır.  En iyisi Uysal kendi işine bakmalıdır.
 
“Karbon ticareti” denilen şey aslında zehir ticaretidir
Son yüzyıldır sanayi, tarım, hayvancılık, kentleşme, doğal alanların tahrip edilmesi vs. nedenler sonucu atmosferdeki karbondioksit, azot oksitleri, metan, klor ve flor kökenli gazlarla su buharı miktarında artış görülüyor. Bu gazlar atmosferin üst kısımlarında birikiyor ve bir sera örtüsü gibi dünyanın her tarafını kaplıyor. O yüzden bunlara “sera gazları” deniyor. Bazıları atmosferin ozon tabakasına zarar veriyor. Ozon, radyasyonlu güneş ışınlarını tutarak dünyanın aşırı ısınmasını önlüyor. Sera gazları ozon tabakasını delerek işlevini yerine getiremez kıldığı için, güneşten gelen radyasyon kolayca yeryüzüne ulaşıyor.  Bu yüzden yeryüzü ısınıyor ve buna bağlı olarak hava da ısınıyor. Isınan hava yükseliyor ve normal koşullarda atmosferdeki ısı fazlası uzaya kaçıyor.  Ama sera gazlarının oluşturduğu tabaka bu kaçışı önleyerek, sıcak havayı atmosfere hapsediyor. Bunun sonucu atmosfer sıcaklığı artıyor ve “küresel ısınma” dediğimiz olay ortaya çıkarak buzullar eriyor, denizlerdeki akıntılar değişiyor, kuraklık ve seller bir arada yaşanıyor.
“Sera gazlarının” büyük bölümünde karbon atomu bulunuyor. Dolayısıyla küresel ısınma olayı da büyük ölçüde karbon kökenli gazlardan kaynaklanıyor. Bu tür gazların her geçen gün artan miktarlarda atmosfere karışmasının en önemli nedeni günlük yaşamda başta sanayi üretimi olmak üzere ısınma, ulaşım, tarım, hayvancılık gibi alanlarda“fosil yakıtlar” dediğimiz petrol ve kömürün yaygın olarak kullanılmasıdır. Ayrıca bu faaliyetler sırasında ve çöpler yok edilirken karbon kökenli olmayan flor, klor ve azotlu sera gazları da çıkıyor.
Meteoroloji kayıtlarında ve sel, kasırga, asit yağmuru gibi doğa olaylarında görülen olağanüstü değişikler; yaklaşık 1980’li yıllardan bu yana dikkatleri küresel ısınma sorununa çekiyor. Dünyanın ortalama sıcaklığındaki önemsiz bir artışın bile kuraklık, büyük doğal afetler, tarımsal üretimde azalma ve hastalıklara yol açacağı üzerinde duruluyor. Nitekim son yıllarda bu yöndeki gelişmelere tanık oluyoruz. İşte bu gidişin daha kötü noktalara varmaması için yapılması gerekenler, uzun çabalar sonucu 1997’de Japonya’nın Kyoto kentinde imzalanan “Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi” ile kayıt altına alınıyor.
Dünyada 2005 yılında yürürlüğe giren, Türkiye’nin 2009’da imzaladığı anlaşmaya göre küresel ısınmanın önüne geçmek için uzun vadede sera gazlarının atmosfere salınması önlenecek. Ama bu birden değil, adım adım olacak. Sözleşmeye taraf ülkeler 2008–2012 yılları arasında atmosfere saldıkları sera gazı miktarını, 1990 yılındakinden yüzde 5,2 daha aşağı çekecek. Böylece kirlilikten en çok sorumlu olan gelişmiş ülkelerden başlayarak, tüm imzacı ülkelerde sera gazına yol açan her tür toplumsal faaliyet yeniden düzenlenecek. Bu sırada dünyayı en çok kirleten ülkeler ve şirketler, olağan yaşamlarını sürdürmek için az ya da hiç kirlilik yaratmayan ülke ve şirketlerin kirletme hakkını satın alabilecekler. Buna kısaca “karbon ticareti” deniyor.
Örneğin bugün gelişmiş ülkelerde yalnızca petrol ya da kömür gibi kirli enerji kaynaklarından yararlanan bir şirket, olağan işleyişini sürdürebilmek için kullandığı enerjinin karmaşık hesaplara göre belirlenen bir bölümünü temiz enerji kaynaklarından sağlamak zorunda.  Gereken temiz enerjiyi eğer kendisi üretemiyor ve havayı kirletmeye devam edeceğini hesaplıyorsa,  temiz enerji üreten bir şirket ya da ülkeden satın alır. Bu, “karbon ticaretinin” bilinen en basit yoludur. Böylece belli bir miktar temiz enerji kullanarak, geleneksel kirletici enerji kaynaklarından yararlanmaya devam eder. Satışı yapanın da bu yolla elde ettiği geliri yeni temiz enerji kaynakları için kullanacağı varsayılır.
Öte yandan temiz enerji üretiminin yanı sıra enerji tasarrufu ya da atmosferdeki karbon kökenli gazların tutulmasına hizmet eden ağaçlandırma faaliyetlerine katkıda bulunmak gibi çalışmalar da, sera gazı salınımını önler. Bu tür faaliyetler,  şirket ve ülkelere “karbon kredisi” kazandırır. Bu karbon kredisi sayesinde, isterlerse kirli enerji kaynakları kullanabilirler ya da kredilerini çevreyi hakkı olandan fazla kirleten şirket ya da ülkelere satabilirler. Bir ton karbondioksit gazı karşılığı satılacak temiz enerji miktarı ve fiyatı, “karbon borsasında” belirlenir. Böylece her tür vurgunculuğa ve yolsuzluğa son derece açık olan gaz ticaretinin kayıt altına alınması sağlanmış olur. (Ülkemizde bu konuda atılan son adım, 7 Ağustos 2010 Tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren “Sera Gazı Emisyon Azaltımı Sağlayan Projelere İlişkin Sicil İşlemleri Tebliğidir.”)
Küresel karbon piyasasının 2009 yılı cirosunun 125 milyar ABD doları olduğu tahmin ediliyor. 2015 yılında bu piyasanın 2 trilyon dolar büyüklüğüne ulaşacağı öngörülüyor.  Türkiye son yıllarda atmosferi hızla kirleten ülkeler arasında yer alsa da, henüz gelişmiş ülkelere göre elinde fazladan karbon kredisi bulunuyor. Bu yüzden Kyoto Protokolüne koşullu olarak katılıyor ve sera gazının kısıtlanması için 2013 yılı başına kadar herhangi bir uluslararası yaptırıma uyması gerekmiyor. Bu tarihte ne kadar sera gazı salacağını beyan edecek, uluslararası taahhüt altına girecek ve elindeki enerji kaynaklarını buna göre değerlendirecek. O zamana kadar karbon kredilerini ve “yenilenebilir enerji” stoklarını gönüllü karbon piyasasında satabilecek. Bu tarihten sonra zorunlu karbon piyasasında yer alacak ve yeterli karbon kredisi yoksa,  toplamak için bedel ödeyecek.
Kirli enerji kaynaklarına bağlı olarak üretim yapan ve karbon kredisine gereksinimi olan Avrupalı şirketler Türkiye’nin şu anki durumundan yararlanıyorlar. Kendi ülkelerinde yüksek maliyetli olacak karbon kredisi kazanma faaliyetlerini ülkemizde sürdürerek; HES ya da RES (rüzgâr enerjisi santralleri) inşaatlarına yatırım yapıyor, ortak oluyor, kredi veriyor ve buradan sağlanan karbon kredisini satın alıyorlar. Örneğin bir HES şirketinin bu yolla yatırım sermayesinin başlangıçta en azından yüzde 15-20’sini sağlayabileceği tahmin ediliyor. Ayrıca HESlerin elektrik üretim lisansları 49 yıl gibi uzun süreli olarak verildiği için, bir HES şirketi daha işin başında gelecek yıllara ait karbon kredilerini satarak yatırım maliyetlerini fazlasıyla karşılayabiliyor. Bu avantajlı duruma ilk birkaç yılı ödemesiz, uzun vadeli ve düşük faizli kredi kolaylıkları; elektriğe devletin verdiği alım garantisi, gümrük vergilerine ve çeşitli resmi giderlere yapılan indirimler de eklendiğinde; HES şirketlerinin kuytu yurt köşelerindeki derecikleri bile neden boş bırakmadığı daha iyi anlaşılıyor.
Bu ticaretin ardındaki mantık, çevreyi kirletenin bedelini ödemesi gerektiğine dayanıyor. Böylece çevreye zararlı şirket kârlı biçimde işletildiği sürece istediği kadar temiz enerji satın alırken, bir yandan da geleneksel biçimde çevreyi kirletmeyi sürdürür. Nitekim kirletme hakkını alınıp satılır hale getiren Kyoto sözleşmesinden sonra sera gazları azalmamış, tam tersine artmıştır. Bu yüzden karbon ticaretiyle uğraşanlar yaptıkları işi her ne kadar “sürdürülebilir kalkınma, yeşil ekonomi” vs. diye şirin göstermeye çalışsa da; aslında sera gazı üretimine katkıda bulundukları için bir tür zehir tacirliği yapmaktadırlar. Başka bir deyişle; kirlenmesinde hiçbir bir sorumluluğu bulunmayanların soluduğu temiz havayı, atmosferi soluk alınmaz hale getiren şirketlere satmaktadırlar. İşte HES karşıtlarını “doğal gaz lobilerinin desteğini almakla” suçlayan Uysal, böyle bir ticarete danışmanlık yapmaktadır.
 
HESler temiz ve yenilenebilir enerji kaynağı mı?
Uysal röportajında “çevreyi kirletmeyen, bir devamlılığı olan enerjilereyenilenebilir enerji” denildiğini belirtiyor. Böylece barajlarla ilgili olarak yıllarca bize yutturulan “temiz, güvenilir, çevreye zararsız oldukları” uydurmacasını bir kez daha tekrarlıyor.  HESler hangi tipte olursa olsun çevreye ve toplumsal dengelere büyük zarar verir. Ayrıca danışmanımızın belirttiği gibi gölalanı yalnızca 15 kilometrekareden büyük barajlar değil, irili ufaklı hiçbir baraj “yenilenebilir” değildir. Çünkü bunların ardı ardına yapılması sonucu doğadaki su döngüsü kırılır, iklim değişir, yeraltı suları çekilir, üzerine baraj yapılan ırmak da zaman içinde kurur gider. Öte yandan doğayı “yenilenebilir” sözcüğü altında tükendikçe yerine yenisi konabilecek bir eşya gibi tanımlamak yanlıştır.
Öncelikle belirtelim, bir barajın kullanım ömrü en çok 50 yıldır. Bu süre içinde çamurla dolarak bataklığa dönüşür. Bilindiği üzere sularımız HES şirketlerine 49 yıllığına verilmektedir. Yani bir akarsu üstüne kurulan barajın işi bittiğinde, oranın kullanım hakkını elinde tutan şirketin de işi bitmiş olur. Bu nedenle derelerimiz bir süre sonra birer HES mezarlığına dönüşecektir.
Öte yandan, artık dünyada büyük barajlar yapılmıyor. Örneğin ülkemizdeki Keban, Atatürk ya da Dalaman Çayı üzerindekine benzer büyük barajların yapımı yıllar sürüyor. Son olarak 1970’lerde bu tür projelere kaynak ayrılıyor ve uzun vadeli kalkınma planları kapsamında kârına zararına bakılmaksızın devlet tarafından yapılıyordu. Ama artık devlet bu tür projelerden çekildi. Özel sektör de ancak 20–30 yılda bitecek yatırımlara para bağlayarak kâr bekleyecek kadar sabırlı değil. Genellikle şirketlerin yaptığı en uzun vadeli yatırımların geri dönüş süresi 5 yılı geçmiyor. Küresel kriz yüzünden büyük sermaye grupları en kısa sürede en yüksek kâr sağlayabilecekleri alanlara yöneliyor. Bu da küçük HESleri kârlı kılıyor. Bu yüzden Uysal’ın zaten yapılmayan büyük barajları kötülemesine gerek kalmıyor.
Baraj gölü aslında göl değil, herhangi bir su birikintisidir. Çünkü göller gibi kendi kendini temizleyebilen, içindeki canlıların bir yaşam dengesi oluşturduğu binlerce yıllık doğal döngüden yoksundur. Bu yüzden bitki artıkları, hayvan leşleri, bakteriler ve sayısız su canlıları ölüp dibe çöktükçe; baraj yoğun bir metan gazı üreticisine dönüşür. Metan gazının atmosfere etkisi karbondioksite göre 25 kat daha fazladır. Bugün dünyadaki insan faaliyetleri sonucu atmosfere karışan metan gazının yaklaşık dörde birinin barajlardan kaynaklandığı tahmin ediliyor. Ayrıca baraj göllerindeki bakteriyel faaliyetler sonucu azot oksitleri çıktığı bilinmektedir. Bu gazın atmosfere etkisi de yine karbondioksite göre 300 kat daha fazladır.
Barajlar, bulundukları yöreyi yazın daha nemli ve serin, kışın daha ılık hale getirir. Genellikle elektrik üretmek amacıyla kurulan barajlar su kaynaklarına yakın inşa edildiğinden,  yörede kar tutulmasını önler. Bir derecelik ısı artışının etkisi kısa sürede gözle görülmez ama uzun sürede yaşamı ve iklimi alt üst eder. (Bunun için şu araştırmaya bakılabilir: Palandöken Çat Barajının Küresel Isınma ve İklim Değişikliği Açısından Erzurum İli Üzerine Etkilerinin Değerlendirilmesi, Atatürk Üniversitesi Erzurum Meslek Yüksekokulu öğrencileri Mustafa Erat, Hülya Doğan, Gamze Çiloğlu, Fatma Fidan, Hilal Cengiz)
Bir yöreye baraj yapıldıktan sonra suya bağlı dizanteri, tifo, kolera, sıtma gibi hastalıklar artar. Hızla üreyen bakteri, su böcekleri ve parazitler hastalık kaynağı haline gelir. İklim değişikliği ya da yerleşim alanlarının su altında kalması yüzünden insanlar göç eder. Bugün Artvin Çoruh üzerindeki barajlar yüzünden yörede insan kalmamıştır. Dünyada bu yüzden yaklaşık 80 milyon kişinin göç ettiği tahmin edilmektedir.
Baraj yapımı sırasında özellikle ülkemizde binlerce ağaç kesilmektedir. Orta büyüklükteki bir ağacın yılda 12 kg. karbondioksiti oksijene dönüştürdüğü hesaplanıyor. Barajların yapımı sırasında yüzlerce yaşında ağaçların kesilerek her birinin yerine beş tane fide dikilmesi ve birkaç yıllık bakım masrafının ödenmesi zararı karşılar mı?
Akdeniz ve Ege kıyılarından denize kavuşan dereler üstündeki HESlerin en önemli zararlarından biri de, delta ovalarının tuzlanmasına yol açmasıdır. Başta Çukuorova olmak üzere Finike, Kumluca, Eşen, Dalaman ovaları ırmakların binlerce yılda taşıdığı alüvyonlarla oluşmuştur. Bu ovaların denizden yüksekliği genellikle birkaç metreyi geçmez. Buna karşılık değil ülkemizin, dünyanın en verimli toprakları arasında sayılırlar. İşte bu ovaları oluşturan ve besleyen akarsular üstüne kurulacak çok sayıda HES, suyun akışını düzensiz hale getirir. Bu durum zamanla ovadaki tatlı ve tuzlu su dengesini bozar. Tuzlu su ovanın taban suyuna karışarak toprağın tuzlanmasına yol açar. Bu sorunun geri dönüşü, düzeltilmesi, çözümü yoktur. Bugün Seyhan ve Ceyhan ırmakları üzerine kurulan barajların etkisiyle Çukurova’nın deniz tarafındaki yaklaşık 2 km. eninde bir şerit tuzlanma sonucu kullanılamaz hale gelmiştir. Alakır, Eşen Çayı gibi dereler üstündeki HES projeleri tamamlanırsa, aynı sorun bu yörelerde de görülecektir.
 
Su herhangi bir sıvı değil, hayatın kendisidir
Uysal,  HESlerin ne şekilde çalıştığı sorusunu “su değirmeniyle aynı sistem” diye yanıtlıyor.  Yani o kadar zararsız…  Demek ki karşı çıkanlar bunu ya cahilliğinden, ya da bilemediğimiz başka bir kötü niyetten yapıyor.
Elektrik üretebilmek için belli miktar suyun tribün üstüne belli bir yükseklikten ve hızla düşürülmesi gerekir. Küçük derelerdeki suyun enerjisi genellikle bu işlemin yerine getirilmesine yetmez. Bu yüzden su mümkün olan en yüksek noktada,  kaynağa yakın bir yerlerde “regülatör” denilen bir bent arkasında toplanır. Buradan boru ya da beton kanallarla yeterli düşünün elde edileceği noktaya kadar taşınır ve oradaki tribünün üstüne salınarak elektrik elde edilir. Bu mesafe Uysal’ın söylediği gibi 3 kilometre değildir, bazen suyun onlarca kilometre taşındığı bile olur. 
Bazen o kadar küçük dereler üstüne elektrik üretim lisansı alınır ki, insan şaşırır kalır. Çünkü bu kadar az suyla elektrik üretilemeyeceği sanılır. Ama üretim lisansı yalnızca su kaynağı için alınmaz, yöreyi kapsar. Dağların içine doğru açılan kilometrelerce tünelde çevredeki su toplanır. Buradan sağlanan suyla kullanım hakkı ele geçirilen küçük dereler birleştirilerek tribün çalıştıracak miktarlara ulaşılır.
Su bir kez bent arkasında tutularak kapalı bir sistem içine alındıktan sonra, denize ulaşana dek defalarca elektrik elde edilmeye çalışılır. Örneğin İkizdere üstüne 4 tane HES kurulmuş, bu sırada görülen zararlara köylüler isyan etmiş ve ek olarak 22 tane daha HES yapılmasını önlemişlerdir. İkizdere yaklaşık 60 km. uzunluğundadır. Eğer tüm HES projeleri gerçekleştirilmiş olsaydı, yaklaşık her 2 km. de bir HES kurulacak ve su sürekli boru içinde akarak denize kadar ulaşacaktı.
Bugün Fethiye Eşen Çayı ve kolları üzerinde toplam 26 HES projesi bulunuyor. Şu an bunların iki tanesi işletiliyor. Dalaman Çayı üzerinde 7 tane HES çalışır durumda, yeni 1/100 binlik Çevre Düzenleme Planına göre 15 tane daha yapılması planlanıyor. Bir köyün sulama suyu gereksinimini dahi karşılayamayacak derecikler üzerine ülkenin en büyük çimento, tekstil, turizm, gıda şirketleri HES yapmak istiyor.  Eğer bu projeler gerçekleşirse su bir tribünden diğerine taşınarak ve hiç havayla ya da toprakla temas etmeden denize kadar ulaşacak. İçinde oksijen ya da mineral barındırmayan bu su artık bildiğimiz su değil, yalnızca HES şirketlerinin santrallerini döndürmekte kullanılan herhangi bir sıvı olacaktır. Bu, dağlardan denizlere kadar suyun taşıdığı hayattan beslenen sayısız canlının yaşamını söndürmek anlamına gelir. Buna rağmen dere yataklarına  “can suyu” adı altında yeterli su bırakıldığı yalanı söyleniyor. Ne demektir can suyu? Can vermek üzere olan bir canlıya birkaç damla su vermekten başka anlamı yoktur. HES kurulan derelerin yatağına “can suyu” adıyla yeterli su bırakıldığı ve bunun denetlendiği yalnızca bir masaldır. İsteyen HES havzalarına gidip bakabilir. Dere yatağındaki su miktarı, doğanın kendisi tarafından belirlenir. Su havzaları hassas dengeler üzerinde duran eko sistemlerdir.  Buralar yalnızca yakın yöredeki canlıları yaşatmaz, göçmen türleri de kapsayan geniş bir alandaki canlıların üreme, beslenme, barınma gereksinimlerini karşılar.  Yaşam zinciri bu sayede ayakta durur.
Suyu ele geçirmek, bir yöreyi denetim altına almanın en kolay yoludur. Çünkü toprakların, yerleşim alanlarının, ormanların, meraların, maden yataklarının anahtarı sudur. Bu yüzden tarih boyu su kıyıları uygarlık beşiği olmuştur. Kurulmaya çalışılan HESlerle bugün Allonai, Hasankeyf, Munzur gibi tarihi uygarlık izleri de silinmek isteniyor.
Ülkemizde bugün 1 MW üstünde yaklaşık 2 bin 200 dolayında, bundan daha küçük 10 bin ile 20 bin arasında HES projesi var. Bu gösteriyor ki, kullanım hakkı bir şirket tarafından alınmamış bir tane dahi dere kalmamıştır.
 
Ülkemizde enerji açığı değil, plansızlık yüzünden enerji savurganlığı var
HESlerin Türkiye’deki enerji açığını karşılayacağı iddiası, röportajında Uysal’ın da dile getirdiği bir konu.  TMMOB Makine Mühendisleri Odasınca 2009 yılında Kayseri’de düzenlenen “Yenilenebilir Enerji Kaynakları Sempozyumu”nda da ifade edildiği gibi ülkemizde elektrik üretim ve dağıtımı sırasındaki kayıp ve kaçak oranı yaklaşık yüzde 17 kadardır. Avrupa’da kişisel elektrik tüketiminden örnek verip ülkemizde bunun çok altında tüketim yapıldığını söyleyen danışmanımız neden aynı ülkelerdeki kayıp ve kaçak oranlarını da belirtmiyor? Komşu ülkelerde genellikle bu oran yüzde 6–8 arası, gelişmiş ülkelerde daha da azdır. Ülkemizde elektrik kayıplarının bu kadar yüksek oluşunun nedeni, nasıl olsa bu alandaki tüm işlemlerin özelleştirileceği gerekçesiyle yıllardır bakım ve onarım yapılmayışı, kamu personeli alınmayışıdır. Oysa gerekli bakımlar yapılsa ve başta sanayide tasarruf önlemleri alınsa, HESlerden gelecek enerjiye gerek bile kalmayacaktır.
Ayrıca ülkemizde enerji açığı değil, tam tersine plansızlık ve kamu yararı kavramının terk edilmesi yüzünden enerji savurganlığı vardır. Belki beş köye hayat veren bir su kaynağı üstüne kurulu 2 MW gücündeki HES tam kapasiteyle çalışsa bile, orta büyüklükteki bir alışveriş merkezinin yıllık elektrik tüketimini ancak karşılar. Kaldı ki hiçbir HES kâğıt üstündeki gibi çalışmaz. Bugün başta Keban ve Atatürk olmak üzere ülkemizdeki barajların çoğu öngörülenin altında bir verimlilikle çalışmaktadır. Çünkü yeterli su yoktur ya da baraj projeleri abartılı büyüklüklerdedir.
Uysal artık Kuzey Amerika başta olmak üzere Avrupa ülkeleri gibi gelişmiş yörelerde HES yapılmadığını bilmiyor ya da bilmez görünüyor. Bugün ABD nükleer santrallerden de vazgeçerek güneş enerjisine yöneliyor. Gelişmiş ülkeler barajların iklime, çevreye, toplum sağlığına, tarıma verdiği zararları biliyor ve bunlardan kurtulmaya çalışıyorlar.
Sonuç olarak Uysal HES şirketlerinden para kazandığı için onlar lehine konuşuyor. Ancak HES karşıtlarının doğal gaz şirketleri tarafından desteklendiğini düşünmesi gülünç. Çünkü sözünü ettiği şirketlerle kullanılsın kullanılmasın bedelini ödemek üzere gaz alım anlaşmalarını HES karşıtları yapmadılar.  “Mavi Akım” gibi ülke çıkarlarına aykırı anlaşmalardan yargılanıp zaman aşımından yararlanarak ceza bile almayanlar biz değiliz. Ülkeyi enerji koridoru yapmak amacıyla durmadan doğal gaz ve petrol boru hatları döşemeye devam edenler yine biz değiliz. Uysal’ın günün 24 saati ışı ışıl parlayan, yazın serin kışın sıcak olan alışveriş merkezlerinde harcanan enerjinin kaç su canlısının yaşamına mal olduğunu düşünmesi gerekir.  Küresel ısınma yüzünden tatlı su kaynakları giderek daha değerli hale gelirken, “enerji lazım” diye akarsularımızın kullanım hakkının şirketlere verilme gerekçeleri üzerinde düşünmelidir. Madem enerji lazım, araba satışı ve dolayısıyla petrol dışalımını arttırmaktan başka işe yaramayan çok şeritli yollar neden yapılıyor?  Durmadan evlerimizde tasarruflu ampul kullanalım diye propaganda yapılırken, sanayide neden tasarrufa gidilmiyor? Uysal’ın bu konularda söyleyecek sözü yok ama HES karşıtlarına söyleyecek çok sözü var. 
Ülkenin dört bir yanındaki HES karşıtları aynı zamanda yaşam savunucularıdır. Yörelerindeki madencilik faaliyetleri, balık çiftlikleri, orman katliamları, kıyı yağmacılığı, her tür termik santral inşaatıyla mücadele ederler. İnsanın doğanın efendisi değil, bir parçası olduğunu düşünürler. Dünya Bankası, Avrupa Birliği ve çeşitli şirketlerin çevre fonlarından yararlanmazlar. Böyle yapanlarla yan yana gelmezler. Hepsinin kendine göre siyasi düşüncesi olsa da, gönüllü çalışmalarını bir propaganda fırsatı gibi görmezler. Uysal tanımadığı insanları rasgele suçlarken, dileriz kendisi herhangi bir lobi faaliyeti tarafından desteklenmiyordur.
 
 
 

Bu haber 2626 defa okunmu?tur.

Delicious  Facebook  FriendFeed  Twitter  Google  StubmleUpon  Digg  Netvibes  Reddit
********FARKIN NE****************23 Şubat 2014

HAVA DURUMU

Detaylı bilgi için resmin üzerine tıklayın.

ANKET

sence; KALAMAR TAVA MI MEZE Mİ?






Tüm Anketler

GOOGLE TERCÜME



Copyright © 2005-2012 www.likyahaber.net Tüm hakları acaip bir şekilde saklanmıştır. Kopye eden fena olur!... demedi demeyin... editör-özer yılmaz/elk.mühendisi-yıldız teknik üniv. POSTA ADRESİMİZ; haber@likyahaber.net
RSS Kaynağı | Yazar Girişi | Yazarlık Başvurusu

Altyapy: MyDesign Haber Sistemi

elektronik sigara