Çok zor doğmuşum ben. Epey canını yakmışım annemin. Çığlık çığlığa bağırmış doğum esnasında, öyle anlatıyor babam. Ama ağlamamış. Sonra çıkmışım içinden. Annem kan ter içinde, ben ebenin elindeyim. ‘Kız oldu’ demiş ebe, beni annemin kollarına bırakırken. Onca acıya dayanan annem, bu lafa ağlamış, uzun uzun. Az önce yaşadığı dayanılmaz acıyı ben de yaşayacağım diye...
Henüz ‘o acı’yı yaşamadım. Ama bu dünyada kadın olmanın acılarından payıma düşeni aldım...
•••
Bir kahve içimlik sohbetlerin ardından istendik ve verildik. Beni ‘şu kadarcık sevsen yeter’ deyip, ‘şu kadarcık’ taşların içine hapsedildik. Toplumsal hayata katılış biçimlerimiz ‘-meli -malı’lardan ibaret oldu. Eğilip bükülebilen, yumuşak, içine girilebilen, söz dinleyen, ‘kız’lar ya da ‘hanımefendi’ler olduk. ‘Kadın’ olmamıza izin vermediler pek. Cinsiyetimiz küfür kabul edildi kimi zaman.
O kadar çok kızdılar ki bize, o kadar çok söylendiler ki arkamızdan... İzlediğimiz televizyon programlarının günahını; sokakta, okulda, evde, işte maruz kaldığımız şiddetin ayıplarını, alışveriş düşkünlüğümüzün faturasını hep bizden çıkardılar. Davranış biçimlerimizi genetik özelliklerimize bağlayıp, toplumsalın içindeki kadın imgesinin yerini sağlamlaştırdılar; sakat bakış açılarını haklılaştırdılar. Kendimizi var etme biçimlerimizin tek sorumlusu bizsek, çözümü aramak da, bulmak da, tüm bu saldırılar karşısında ayakta kalmak da bizim görevimizdi... Başaramayınca da suçlandık... Oysa ‘ne oldu da toplumsal hayat bu şekli aldı?’ ‘bunun başı sonu var mı?’ ‘bu formasyon değişecek mi?’ diye sormadılar… Gözlerinin gördüğünü asla aksi olamayacak veriler gibi beyinlerine kaydettiler...
Bir de kurallara uymayan kadınlar vardı, başkaldırdılar, gerçek yaşamın farkına vardılar, insanın elleriyle yaptığı toplumsal normlar kafesinden kaçmak istediler… Ve ne mi oldu? Öldürdüler bazılarını… Vurdular… Kırdılar… Öldürdüler ve tabutuna sarı yemeni bağladılar... Sahiplenmedikleri cenazelerine tükürdüler…
Ama yılmadık mücadelemizi kararlılıkla sürdürdük. Yarın akşam yapacağımız gibi ‘sokaklar da geceler de bizim’ diye haykırarak gece vakti sokaklara döküldük.
Kaybolan evlatlarımızın izini sürdük kent meydanlarında, her türlü polis devlet baskısına direndik. İş yerinde tacize uğradık, korkmadan bağıra bağıra ortalık yerde anlattık. Sendikalarımızda, özgütlerimizde bile ciddiye alınmadık bazen, karar mekanizmalarına katılmadık. Ve sırtımızı dönüp gitmedik. Orada kaldık.
Belki kendimiz için bile değil; sevgilimiz, evladımız, dostlarımız için direndik. Çünkü ancak biz bilebilirdik başlarına gelecekleri...
•••
Bana her an kadın olduğumu hatırlatan bu toplum içinde öyle hassaslaştı ki bedenim, tüm kadınların acılarını hissetmeyi öğrendim... Birkaç ay önce arkasında ‘çok acı var’ diye bir not birakarak kendini boğaz sularına atan kadını, Yrd. Doç. Dicle Koğacıoğlu’nu anlamam zor olmadı...
Şimdi başta anlattığım hikâye bana tek bir şey ifade ediyor: Ancak bir ‘kadın’ hissedebilir acımı, bu acıları aşmak için omuz omuza vermek, ancak bir kadınla olursa anlamlanır...
İşte bu yüzden sadece kadın eli değerek hazırlanan bu gazete benim için çok kıymetli.. Gecelerini gündüzlerine katarak, kadınları bu sayfalarda buluşturan BirGün emekçisi kadın arkadaşlarıma müteşekkirim...
birgün-ÖMÜR ŞAHİN