| |||||||||||||||||||||
EN ÇOK OKUNANLARSON YORUMLANANLARHABER ARASON DAKİKA HABERLERİ....EKŞİ SÖZLÜK...CANLI TV İZLE...YAKINDA... |
TÜRKİYELİ BİR MARKSİST'İN MARKSİZM(İ) İLE HESAPLAŞMASI25 Eylül 2009, 10:38 Özer YILMAZ TÜRKİYELİ BİR MARKSİST'İN MARKSİZM(İ) İLE HESAPLAŞMASI TÜRKİYELİ BİR MARKSİST'İN MARKSİZM(İ) İLE HESAPLAŞMASI Ozan DEĞER Türkiye’de Marksizm, sosyalizm, komünizm, sınıf mücadeleleri, eşitlik-özgürlük vs. üzerine yapılan tartışmalar dünyadaki gelişmelerden, dolayısıyla tartışmalardan bağımsız ele alınamaz. Dünyadaki ana tartışmaların ise kapitalizmin yetmişlerden itibaren girdiği krize binaen süregelen ‘sermayenin dizginsiz taarruzu küreselleşme’nin ayrıştırıcı etkisiyle –kabaca- bir; geleneksel, tiranik-aydınlanmacı, devlet-merkezli, ulusçu/ulusalcı ve kitabi bir yaklaşımın sürdürücüleri ile iki; bu gelenekten kopma ya da onu aşma çabasında olup gelenekçilerin modern(ist) paradigmatik evrenlerine meydan okuyan eleştirel, heterodoks, heretik, Bâtıni, sorunsallaştırıcı ve alt-üst edici yaklaşımların arasında sürdürüldüğü söylenebilir. Kapitalizmin, bir toplumsal ilişki biçimi olarak ‘sermaye’nin egemenliğinin ulaştığı sistemik kriz göz önünde bulundurulduğunda ise modern çağın inşa ettiği ve üzerine inşa olunduğu tüm kavramların, kurumların, kategorilerin, meşruiyet kanallarının, dolayısıyla tüm tarihsel-toplumsal sabitelerinin sarsılmakta olduğu ileri sürülebilir; söz konusu kaotik kriz dönemleri (kairos), doğası gereği yeni mücadelelere ve ‘düzenlilik’lere gebe olduğundan yeni olanın mücadelelerinin ve düzenliliklerinin eşitlikçi-özgürlükçü mü evrensel ya da tikel mi olacağı toplumsal-sınıfsal mücadelelerle belirlenecektir. Ancak her halükarda ‘yeni’nin eşitlikçi-özgürlükçü toplumunun, ‘egemen eski’nin araçlarıyla inşa edilemeyeceği açıktır; bir başka ifade ile ‘yeni’, eskinin bağrından, ancak o bağrı ‘parçalayarak’ kurulmak zorundadır. Örneğin, küresel ölçekte işleyen bir kapitalist sistemde ‘iktidar’ bileşenlerinden önemli, ancak yalnızca biri olan ‘mevcut devlet aygıtı’nın fethi stratejisinin, fetih halinde bir kopuşu değil aksine sistemin, dolayısıyla eşitsizliğin, özgürlüksüzlüğün, baskının ve son tahlilde küresel sömürü düzeninin tahkim ve tesisini beraberinde getirdiği ortadadır. Devlet aygıtının sorunsallaştırılmadığı, tek varoluş biçimi olarak benimsendiği, dolayısıyla bu aygıtın ele geçirilmesine indirgenerek siyasetin sınırlarını ‘idare bilimi’ hatta ‘hukuku’ ile çerçevelendiren, devlet-kamu özdeşliğine dayalı yaklaşımların siyasetin çok boyutlu, çok bileşenli ve karmaşık sorunlarına dair sol bir çözüm üretebilmesi artık mümkün değildir. O halde, bu örnek dâhilinde, Immanuel Wallerstein’in söylediği gibi belki de iktidarın anahtarını devlette değil, devlet iktidarının anahtarını, devlet aygıtının dışındaki tüm iktidar alanlarında aramak gerekir ki böylesi bir perspektif için dahi devletin dışındaki iktidar alanlarının, en az devletin alanı kadar mikro-makro ölçekli iktidar odakları olarak kabul edilmesi, toplumsal mücadelenin özgül alanları olarak görülmesi, dolayısıyla bugünün (ve mücadelelerinin), fetih fetişizmiyle yarına feda edilmeyerek toplumsal devrimin önemli uğrakları olarak görülmesi gerekmektedir. Türkiye’de, ‘Fettulahçılık ve Siyasal İslam’ korku-belasına devletin oligarşik (askeri-bürokratik), büyük burjuvazinin otoriter-laik, üniversitelerin disipline edici teknokratik, sendikaların Türk milliyetçisi/güdümlü, siyasal ve kamusal alanın sınırlayıcı-dışlayıcı karakterini yeğleyen, her türlü çeşitlilik içeren yaklaşıma ‘post-modern, liberal’ yaftası yapıştırarak meşruiyet tazeleyen ulusalcı/İttihatçı ‘sol’unun söz konusu sermaye taarruzundan payına çıkardığı ise milliyetçi/yurtsever bir anti-emperyalizmdir. İşte solun önündeki en önemli sorun ‘devlet, yurt, hudut, ulus’ sınırlarına hapsedilen burjuva siyasetinin ve kamusal alanının çerçevesini olabildiğince genişletmek ve sınıfsal, kültürel, cinsel her türlü sömürü/ayrımcılık temelli mekanizmanın karşısına dikilmektir. Bu bağlamda Türkiye ve dünya solunun, günümüz konjonktüründe geleneksel yaklaşımları konumlandırması gereken yer ise artık hiç kuşkusuz ‘sağ’ olmalıdır; Marks’ın ifadesi ile ‘geçmiş kuşakların geleneği(nin], yaşayanların üzerine bir kâbus gibi çöktüğü’ için. ‘E peki nasıl olacak?” gibi soruların ise yanıtının arandığı bir süreç olarak görülebilecek günümüz kaotik dönemi, dünyadaki Marksistlerin kimileri gibi Türkiyeli bir Marksist tarafından da uzun yıllardır tartışma konusudur; Demir Küçükaydın tarafından. Yazdığı cüretli kitapla sözü edilen tartışmalara radikal bir müdahalede bulunan yazarın emeğinin ürünü, hem ahlaki hem de siyasi tutumu dolayısıyla, İhsan Oktay Anar’ın kitaplarının arka kapaklarına yazıldığı gibi ‘kitabı basılanlara değil, yazarlara yakışan bir yere’ sahiptir. DEVRİMCİ/TUTARLI BİR PARADİGMA ‘Marksizmin Marksist Eleştirisi’, yazarın Önsöz’de belirttiği üzere, ‘Marksizmi Savunmak ve Geliştirmek’ üst başlıklı üç ciltlik bir çalışmanın birinci cildi olarak hazırlanmıştır. Versus Yayınevi’ndan çıkan ilk baskısı sonrasında, ‘Sosyalizmin ve Sosyalist Hareketin Sorunları Üzerine Yazılar’ ve ‘Türkiye’nin Aydın ve Sosyalistleri ile Polemikler’ başlıklı diğer iki cildin yazar tarafından basılması önerisinin yayınevi tarafından, yazarın belirttiği üzere daha önce taraflarca sözlü bir mutabakata varılmasına rağmen, reddedilmesi üzerine, tüm kitapların aynı yayınevinden basılması gerektiği inancıyla Köksüz Yayınlar tarafından gözden geçirilip genişletilerek tekrar basılmıştır. Yaklaşık beş yüz sayfalık kitap 10 sene mahpus ve 24 sene sürgün hayatı yaşayan Türkiyeli bir Marksist’in, bir Marksist olarak Marksizm(i) ile hesaplaşmasıdır. Kitabın ‘Marksizmi Geliştirmek ve Savunmak’ üst başlığının yanında ‘Üstyapı, Din ve Ulus Teorisi’ başlığını taşıyan bu kitaba özgü bir alt başlığı bulunmaktadır ki kitabın ana konusunu oluşturan ve yazarın yeni, devrimci ve tutarlı bir paradigma olarak nitelendirdiği teorisinin de temel konusunu oluşturmaktadır. Yazarın bir Marksist olarak Marksizm’e yönelttiği en temel eleştiri, onun ‘aydınlanma’ ile olan bağıdır; nitekim bu kitapla amaçladığı, Marksizmi aydınlanmacı bağlarından koparmaktır. Yazara göre Marksizm, 20. yüzyılda II. Enternasyonal’in yozlaşması, Sovyetlerin ve III. Enternasyonal’in bürokratlaşması sonucu yaygın ve resmi biçimiyle tüm eleştirel ve devrimci ruhunu kaybetmiştir; ancak, Marksizm’in “…eleştirel ve devrimci ruhu, heretik (zındık) karakteri, tıpkı klasik çağların sapkın (Bâtıni) mezheplerinin kuş uçmaz kervan geçmez sapa bölgelerinde, uygarlığın ulaşmadığı dağlarda yaşamaları gibi yaşamaya devam et(miştir) ve onlar gibi yaygın ve resmi Marksizmler tarafından sapkınlık olarak görülüp aforoz edil(miştir).” Yazara göre söz konusu eleştirel ve devrimci ruh, birbirinden ayrı, birbirinden habersiz üç ayrı kanalda varlığını ve evrimini sürdürmüştür: Bir; Klasik Marksizm’in kavramlarını savunan ve bunlara dayanarak çağdaş olayları açıklayan Troçki’nin adına bağlı, ekonomi ve politika alanında eserler veren kanal; iki; Gramsci, Lukacs, Benjamin, Adorno, Lefebvre, Sartre’ların, Parry Anderson’un ‘Batı Marksizmi’ olarak nitelendirdiği, felsefe, metodoloji ve ‘üstyapılar (sanat, edebiyat, ideoloji)’ alanlarında eserler veren kanal; üç; Türkiye’de Hikmet Kıvılcımlı’nın tek başına temsil ettiği ‘Kapitalizm öncesi tarih ve azgelişmişlik’ üzerine yoğunlaşan kanal. Yazar, geleceğin Marksizm’inin, tıpkı geleneksel Marksizm’in, İngiliz Ekonomi-Politiği, Fransız Sosyalizmi ve Alman İdealist Felsefesi’nin eleştirel sentezinden oluştuğu gibi söz konusu üç kanalın eleştirel bir sentezinden oluşması gerektiğini iddia etmektedir; zira her üç kanal -uyumsuzluklar içerse de- birer dip akıntısı olarak varlığını sürdürmüş, birbirlerine paralel kavramlar ve perspektifler geliştirebilmiş ve birbirlerinin zayıf oldukları alanlarda güç biriktirmişlerdir. Söz konusu perspektif ışığında yazar, Marksizm’in temel kavramları olan ‘meta ilişkileri, üretim tarzı, üretici güçler, üretim ilişkileri, mülkiyet, devrim vs.’ ile ‘ilerleme, uygarlık, yeni toplumsal hareketler, devlet, komün, demokrasi, ulus, din’ gibi kavramları ve olguları tartışmakta ve günümüz koşullarında tekrar değerlendirmektedir. Kitabın bu anlamda kıymeti, sabitlenmiş, sistem karakterini yitirmiş ve meşruiyet kaybı yaşamış bir ‘büyük anlatı’nın temel kavramlarını, söz konusu anlatının ‘tarihsel maddeci (diyalektik sosyolojik-H. Kıvılcımlı)’ yaklaşımı ile masaya yatırmasıdır. BİR DİN Olarak Ulus/Sosyalİzm Yazarın temel tezi, Marksizm’in milliyetçilik ile kurduğu bağın en hafif tabirle ‘sağlıksız’ olduğu üzerine kuruludur. Yazara göre Marksist düşünce, milliyetçilik üzerine yeterince yoğunlaşmamış, milliyetçiliğin ne olduğunu kavrayamamış bu nedenle onun kurbanı olmuş ve onunla girdiği imtihanı kaybetmiştir. Bu konuya ontolojik bir anlam atfeden yazar, insanlığın kurtuluşunun en önemli adımlarından birini milliyetçiliğin bilinmesine koşullamaktadır. Milliyetçilik ile insanlık (dolayısıyla sosyalizm ile de) arasındaki ilişkiyi fasit bir daireye benzeten yazar, insanların anlam dünyalarını tamamıyla işgal eden ve tüm düşünsel dolayım mekanizmalarını koşullayan milliyetçiliğin, ancak onun tam anlamıyla bilinmesiyle çözülebileceğini düşünmektedir. Fakat yazara göre buradaki sorun, bilgiyi bilecek olan öznenin anlam dünyasının da paradoksal olarak söz konusu milliyetçiliğin mekanizmaları ile donatılmış olmasıdır. O halde milliyetçiliği kavrayabilmek için ondan soyutlanmak gerekmektedir. Bu, söze döküldüğü anda imgelenebilen ancak döküldüğü andan itibaren yok olan ‘sessizlik’ gibidir. Yazarın ifadeleri ile ‘insanlık ulus ve ulusçuluğun ne olduğunu bilirse ulus ve ulusçuluk var olamaz; ulus ve ulusçuluk var ise insanlık ulus ve ulusçuluğun ne olduğunu bilmiyordur.” Çünkü uluslar tarihsiz, hayali cemaatlerdir (B. Anderson) ve egemen burjuva siyasetinin bilinçli bir biçimde inşa ettiği sınırlayıcı-dışlayıcı ‘politik olan’ın sınırları içerisinde tanımlanmışlardır. O halde ‘egemen eski’nin tanımladığı ‘politik olan’ın sınır(lılık)ları ifşa edilirse, ihlal edilirse, genişletilirse hatta yok edilirse ya da farklı biçimde tanımlanmaya başlanırsa, söz konusu hayali cemaatin kaynakları kurutulabilecek, mevcut geçerliliğini yitirecektir; hayali olanın hayali olduğunun farkına varılabildiği için. Bu görüşün üzerine inşa olunduğu daha kapsayıcı yaklaşım ise yazarın devasa ‘din teorisi’dir. Yazara göre ‘din’ olgusu toplumların -sınıflı ya da değil- tarih boyunca sahip oldukları olmazsa olmaz üst-yapısıdır. Ancak burada yer verilen üst-yapı kavramı, söz konusu toplumun örgütlenme biçimini, toplumun üyelerinin zihinsel/düşünsel evrenlerini, imgelerini, anlam dünyalarını, davranışlarını belirleyen, yani Marx’ın toplumu, ‘insanların yaşama koşullarını üreten birlikteliği’ olarak tanımlaması ışığında, söz konusu yaşama koşullarına yön veren, onları şekillendiren kapsayıcı-kavrayıcı bir çerçevedir; modern anlamıyla dar bir alana hapsedilmiş, bir inanç kategorisi olarak algılanan ‘üstyapı kurumu/öğesi’ değil. Yazar söz konusu kapsayıcı-kavrayıcı kavramı modern kapitalist çağa uyarladığında karşısında bulduğu ‘din’ ise ‘özel ve politik ayrımına dayalı toplumsal örgütlenme biçimi’dir ve yazara göre böylesi bir ayrım yalnızca modern çağa özgüdür. Bu çağın hem devrimci hem de gerici biçimlere sahip dönemleri olduğunu dile getiren yazar, gerici dönemin, Fransa’da Termidor ve sonrasında Napolyon dönemi ile daha önceki hümanist karakterini kaybedip, ulusu bir dile, dine, etniye, soya göre tanımlayarak ‘politik olan’ı insan ve haklarıyla değil, ulusa göre tanımlayan süreç ile başladığını öne sürmektedir. Bu süreç modern çağın gerici üstyapısını biçimlendirmiştir. Yazara göre her ne kadar ulusu bir coğrafi mekâna göre tanımlamak (ABD gibi) daha demokratik olsa da bu tanımlama modern çağın üstyapısının dışında kalmamaktadır; nitekim her türlü toplumsal örgütlenme söz konusu ‘mekân ve ulus’ dolayımı ile gerçekleştirilmektedir. İşte yazar eskinin dinini/üstyapısını başka bir din/üstyapı ile değiştirmenin, geleceğin eşitlikçi ve özgürlükçü insan toplumunun ‘mutlak koşulu’ olarak görmektedir. O yeni üstyapı yani yukarıda belirtildiği gibi ‘söz konusu toplumun örgütlenme biçimini, toplumun üyelerinin zihinsel/düşünsel evrenlerini, imgelerini, anlam dünyalarını, davranışlarını belirleyen kapsayıcı-kavrayıcı çerçeve’ ise sosyalizm olmalıdır. O halde toplumun örgütlenme biçimi, sosyalist niteliğe sahip olmalıdır ki ‘egemen eski’, ‘yeni’nin üzerine bir kâbus gibi çök(e)mesin. İçerisinde tüm bu tartışmaların ve dahasının bulunabileceği kitap, yazarın, kendisine ve yazdıklarına yönelik tepkisizliği ‘eleştirmemeyi silah olarak kullanarak silahların eleştirisini yapmak, susuş kumkumalığı’ olarak nitelendirdiği, dolayısıyla kendisinin ve yazdıklarının ‘yok sayıldığı’ serzenişinde bulunduğu göz önünde tutulduğunda, okunmayı, eleştirilmeyi ve geliştirilmeyi beklemektedir. Demir KÜÇÜKAYDIN, Marksizmin Marksist Eleştirisi (Marksizmi Savunmak ve Geliştirmek, Birinci Kitap), Genişletilmiş II. Baskı, Köksüz Yayınlar, İstanbul, 2009 HAZIRLAYANLAR: A. ÖMER TÜRKEŞ - DİNÇER DEMİRKENT Bu haber 3671 defa okunmu?tur.
|
DOST SİTELER...
ÖNEMLİ LİNKLER...
GOOGLE TERCÜME |