Likya Haber Gazetesi, Kalkan, Kaş Antalya Haberler
ANASAYFA HABER ARA FOTO GALERİ VİDEOLAR ANKETLER SİTENE EKLE RSS KAYNAĞI İLETİŞİM

EN ÇOK OKUNANLAR

HABER ARA


Gelişmiş Arama

BU GÜNÜN MANŞETLERİ...

manşetler

SON DAKİKA HABERLERİ....

EKŞİ SÖZLÜK...






CANLI TV İZLE...

YAKINDA...

ÖZELLEŞTİRMELERE HAYIR!

ALEXA

Alexa Certified Traffic Ranking for www.likyahaber.net

SİTEYE GELENLER

free counters

ÇEVRİMİÇİ

SOSYALİZME DOĞRU YÜRÜYORUZ...

SOSYALİZME DOĞRU YÜRÜYORUZ...

Tarih 05 Ocak 2012, 14:09 Editör Özer YILMAZ

SOSYALİZME DOĞRU YÜRÜYORUZ...


SOSYALİZME DOĞRU YÜRÜYORUZ...


Oğuzhan Müftüoğlu ile özel röportaj:

I. Bölüm


'Sosyalizme Doğru Yürüyüşün Hız Kazanacağı Bir Dönemin Başlangıcındayız'

'Tarihin Sonu' tezleriyle birlikte ilan edilen 'yeni dünya düzeni' kapitalizmin krizi ile birlikte ciddi anlamda sarsılıyor. ABD merkezli kriz, Avrupa'yı etkisine alarak derinleşiyor. Bunun karşısında ise Avrupa çapında direniş hareketleri de gelişmeye başladı. İçine girdiğimiz bu yeni dönemi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle bu kriz dalgasının serbest piyasa tanrısına inananların kesin iflası demek olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Çünkü ABD ve Avrupa ülkelerinde gelişen kriz küreselleşme sürecinin serbest piyasa yönelimlerinden kaynaklanan bir kriz olarak ortaya çıktı. Sermayenin sınırsız (serbest piyasa) egemenliğine dayalı yeni düzeninde kaçınılmaz olarak ortaya çıkan ücretlerin düşmesi, işsizlik ve talep yetersizliği yaşanan krizin gelişmesinde önemli bir rol oynuyor. Buna karşı toplumsal tepkilerin, direnişlerin gelişmesi de kaçınılmazdı. Bu gelişmeler bize toplumsal dinamiklerin sınıf mücadelesi dışındaki mecralara kaydığı bir dönemin de sonunun gelmekte olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla bu krizin bir bakıma “tarihin sonu” tezlerinin de sonu olduğunu söyleyebiliriz.

Bu kriz nedeniyle artık kapitalizmin sonunun geldiği şeklinde yorumlar yapılıyor.
Tarihsel olarak, daha doğrusu objektif koşullar bakımında kapitalizmin sonunun geldiği elbette doğrudur, ancak bu sonucun öyle kolayca, yaşanan krizlerin bir otomatik sonucu olarak kendiliğinden gerçekleşmesi de beklenemez. Söylediğim gibi bu krizi daha çok serbest piyasa kapitalizminin insanlığın ulaşabileceği en son ve en mükemmel sistem olduğu şeklindeki tezlerin sonu olarak görmek ve insanlığın sosyalizme doğru yürüyüşünün yeniden hız kazanacağı bir dönemin başlangıcı olarak görmek daha gerçekçi bir değerlendirme olur. 21. yüzyılın sosyalizmi kapitalizmin bu şekilde kırılıp bükülmelerle sürdürülmeye çalışılacak bu “yeni dünya düzenine” karşı mücadeleler içinde gelişecektir.

Ortadoğu'da 'Tahrir Meydanı'nda başlayan isyan dalgası soldan bir kesimce de 'devrimler süreci' olarak adlandırıldı.
Ortadoğu ülkelerinde yaşanan kitlesel direnişler bu ülkelerde çok uzun süredir devam eden rejimlere karşı birikmiş haklı tepkilerin bir sonucu. Ancak orada yaşananlar gerçek bir örgütlülükten ve öncülükten yoksun halk hareketlerinin ne kadar haklı bir temele sahip olsalar bile emperyalist güçler tarafından nasıl kolayca yönlendirilebildiğini gösteriyor. Libya, Suriye ve Mısır’da gelişen muhalefet hareketlerinin nitelikleri ortadadır. Özellikle Ortadoğu gibi bir bölgede kapitalist dünya ile ilişkileri ve emperyalist politikaları dikkate almayan hiçbir değerlendirmenin sağlıklı ve doğru sonuçlara ulaşması mümkün değildir. Müslüman Kardeşler'in iktidarına yol açan gelişmelerin devrimci bir süreç olarak değerlendirilmesi ortadaki gerçeklere pek de uygun düşmüyor.

'Biz Ona Devrim Diyorduk' kitabınız var. Son dönemde özellikle Avrupa'daki direnişlerin ardından 'devrim de artık eskisi gibi olmayacak' şeklinde 'iktidarsız devrim' analizleri yapılıyor. Bu yeni hareketlerin 'devrimci niteliği' olarak 'anti-iktidarcı' yanları gösteriliyor.
Bu tür ‘postmodern’ söylemler bana çok anlamsız geliyor. Sınıflar ortadan kalkmadan ve ortada kendi karşıtlarını yok etmek için gücünü her alanda sonuna kadar kullanan iktidarlar varken muhalifler adına ‘anti-iktidarcılığı’ savunmak ne anlama geliyor? Siz onu görmezden gelseniz bile sınıflı toplumlara ait yasalar işlemeye devam edecektir. Binlerce yıllık sınıf mücadeleleri tarihinin gerçeklerinden kaynaklanan bilimsel sosyalist dünya görüşünün bulanıklaştırılmasından başka bir şey değil bu. ‘İktidar’ın kötülüklerinden kurtulmak istiyorsanız egemen sınıfın elinden iktidar gücünü almak sınırlandırmak için mücadele etmek zorundasınız. Aksi halde ‘iktidarcı olmayan’ kitle hareketleri sonuçta sistemin kendisini sürdürebilecek geçici çözüm yolları bulmasından başka bir sonuç vermeyecektir.

Bu süreçte Türkiye Batı tarafından 'rol model ülke ve model ortak' olarak öne çıkarılıyor. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Uzunca bir süredir Türkiye AKP iktidarı altında hızla Müslüman Arap ülkeleriyle ilişkilerini güçlendirme politikalarına yönelmiş durumda. Türkiye’nin yüzünü batıdan doğuya çevirmesi bazen bir “eksen kayma” tartışmalarına da konu oluyor. Bu gelişmeler uzun süredir Amerikan ideologları tarafından BOP çerçevesindeki analizlerde ön görülen bir gelişmeydi. Müslüman dünyanın liderliğini üstlenen bir Türkiye’nin, 11 Eylül’den sonra Müslüman dünya ile batı arasındaki oluşan kopukluğu giderecek bir köprü olarak görülüyor. Büyük enerji kaynaklarına sahip Müslüman Arap ülkelerinin Küresel Kapitalizme eklemlenmesi için “hem ılımlı İslamcı, hem de demokratik” bir model olmasından söz ediliyor. Tayip Erdoğan’ın Arap ülkelerindeki bir Halife edasıyla şaşaalı karşılanmaları üstüne yürütülen propaganda kampanyalarının amacı da bu olsa gerekir. Burada sırası gelmişken hatırlatmadan geçmeyelim; CIA Türkiye Masası eski şefi G. Fuller, 7-8 yıl önce yazdığı bir kitabında T.C.’nin halifeliği kaldırmasının yanlışlığından dem vurup, Arap dünyasının Türkiye’nin halifelik gibi bir dini liderliğine ihtiyacı olduğunu anlatıyordu. Şu sıralarda yandaş medyada halifelik tartışmalarının yapılmaya başlaması hiç de boşuna değil.

Bu konu “iç dinamik, dış dinamik” kavramları açısından da tartışılıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
İç ve dış dinamik kavramlarının bu günkü dünya koşullarında bu kadar birbirinden kopuk olarak ele alınmasının doğru olmadığını düşünüyorum.

Sermayenin uluslar arasılaşma eğiliminin bu kadar güç kazandığı ve emperyalizmin bir iç olgu haline geldiği bu günkü (küreselleşmiş) dünyada iç ve dış dinamiklerin birbirinden kesin hatlarla ayırmak doğru bir şey değildir.

Elbette AKP iktidarının kuruluşu ve bu dönem içinde ülkemizde meydana gelen değişim süreçleri, özellikle ulusalcı bakış açılarında gördüğümüz gibi, yalnızca dış dinamiklere bağlanarak, komplocu bir anlayışla açıklanamaz. AKP iktidarı’nın gelişimini aslında 12 Eylül dönemiyle birlikte başlayan uzunca bir süreç içinde bir iç mesele olarak izlemek mümkündür. Tabii Askeri Cunta’nın komünizme karşı dini teşvik ederek İslami akımları güçlendiren uygulamalarının ABD’nin yeşil kuşak politikalarına denk düşen bir politika olduğunu da unutmadan! Turgut Özal döneminde başlatılan İslami bankacılık sistemi, o zamana kadar daha çok orta ölçekli ticaret sermayesi özellikleri taşıyan Türkiye’deki İslamcı sermaye kesiminin gelişmesinde çok önemli bir rol oynamıştı. İslamcı akımların, özellikle cemaatçiliğin doksanlı yıllarda kazandığı büyük ivmenin İslamcı sermayenin kazandığı bu ekonomik güce paralel olarak geliştiği de ortada. AKP’nin neo liberal politikaları benimseyerek iktidara gelmesi de İslamcı sermaye sınıfının küresel sermaye ile bütünleşme eğilimlerinin bir ifadesiydi. Bütün bu gelişmelerin “yenidünya düzeninin” özellikleriyle uyumlu ve aynı dönemdeki ABD politikalıyla örtüşen özellikler taşıdığı da ortadadır.

Bu yüzden uluslararası sermaye politikalarının ve emperyalist politikaların belirleyici rolleri göz önünde tutulmadan, yalnızca bir iç dinamik çerçevesinde değerlendirerek bütün bu gelişmeleri bütün yönleriyle kavramak mümkün olamaz.

2. BÖLÜMÜ

Umudu büyütmek en çok  devrimcilerin görevidir

»Referandum ve seçimlerde AKP'yi destekleyen sol liberal kesimlerden de son dönemde artan baskılar karşısında

“AKP, Kopenhag Kriterleri’ni terk etti, Ankara Kriterlerine geri döndü” türünden değerlendirmeler yapılıyor. (Seçimlerin ardından sizin BirGün'deki 'Bu Abluka Dağıtılacak' yazınızda kullandığınız 'sömürge tipi demokrasi' kavramı, Ahmet İnsel tarafından eleştirilmişti. İnsel, şimdi 'AKP'nin otoriterizminden' dem vuruyor.)

Referandum sırasında AKP’nin gönüllü destekçiliğini yapan “yetmez ama evet” savunucuları için şimdi artık söylenecek fazla bir şey yok. Bence mesela Ahmet İnsel gibiler artık “emekli” olmalı! Çünkü onların istedikleri ileri ve sivil demokrasi tastamam gerçekleşmiş sayılır, yani  arkadaşların “misyonları” tamamlandı! 

Şimdi AKP iktidarının daha açık ve daha yoğun baskı politikalarına yönelmesinde bu çevrelerin de önemli bir sorumluluğu ve katkısı var. Referanduma sunulan anayasa değişikliğinin yargıyı bütünüyle kontrol altına almak şeklindeki amaçları sadece sosyalist ve devrimci çevrelerce değil, ülkenin bütün aklı başında insanları tarafından bile açıkça ortaya konulmuşken, onlar “Hükümetin elini güçlendirelim, darbecilerden daha iyi hesap sorsun, militarizm tasfiye edilsin, ülke sivilleşsin” türünden safdil gerekçelerle iktidara destek oldular. Sadece iktidara destek olmakla da yetinmediler, bütün devrimci muhalefet güçlerini “darbeci ulusalcı” diye yaftalamaktan da çekinmediler. O sıralarda “bu yaptıklarından dolayı bir gün utanacaklar” diye yazmıştım. Şimdi ortalıktaki bunca rezillik yaşanıyorken onların bu durumdan şikâyetçi olmaya hiç hakları yok. 

Burada referandumda uygulanan boykot politikaları hakkında da birkaç şey söylemek istiyorum. Ben referandum sırasındaki boykot tavrını da hatalı bir taktik olarak görüyordum. Çünkü boykot oyları sayım dışı kalması nedeniyle, AKP iktidarına doğrudan bir destek vermemekle birlikte, referandum sonuçlarında evet oyları göreli olarak artmış gibi görüntüye yol açacaktı. Sonuçta öyle oldu ve boykot oyları hiç sayılmadığı için evet oylarının yüzdesi yüzde ellilerin çok üzerinde gösterildi. Bu durum da genel seçimler öncesinde AKP lehine psikolojik üstünlük oluşturulmasında kullanıldı. Ben bu durumun da AKP'nin bugünkü pervasızlığına yol açan seçim başarısında belirli bir katkı sağlamış olduğunu düşünüyorum. Gerekçeleri ve amaçları belki tamamen farklıydı, ama şimdi sonuçta karşımıza çıkan bütün olumsuzlukların acısını birlikte çekiyoruz.

»Özellikle seçimlerin ardından AKP'nin artık yenilmesinin mümkün olmadığına ilişkin toplumda bir duygu gelişti. Öte yandan AKP ve cemaat arasında son günlerdeki gerilim 'ittifak çatlıyor mu' sorularını gündeme getirdi.

AKP 28 Şubat'ın hemen arkasından askerlerin ve ABD’nin açık desteğini de arkasına alarak kuruldu. AKP iktidarı oldukça geniş bir ittifaklar manzumesine dayanıyor. İçerden Özal döneminden başlayarak ciddi bir gelişme sağlayan İslami sermaye kesimleriyle, aralarında birçok inanış ve kültürel farklılıklar taşıyan geniş bir cemaat ve tarikat örgütlenmelerine dayanarak kuruldu. Dışardan da uluslararası sermaye güçleri ve özellikle Amerikan yönetimleri tarafından destekleniyor. AKP iktidarı yıkılmazlık görüntüsünü her şeyden önce buralardan aldığı destekle sağlıyor.

Kendisine destek sağlayan bu farklı kesimler arasında, özellikle de “Cemaat”le bir takım çelişkiler her zaman olabilir. Bu çelişkilerin bir kopuşa yol açmasının aralarındaki çıkarbirliğini bozacak gelişmelere bağlı olduğunu düşünüyorum. Bugün böyle bir durum olduğunu söyleyebilmemiz için ortadaki bazı emare ve söylentiler dışında somut ve ciddi bir olgudan söz etmek mümkün değil. Ancak “ittifak” çatlasa bile, ortada başka bir alternatif yoksa ittifak, içindeki çatlak bir biçimde kapatılarak devam edecektir.

Bu yüzden bu gün ortadaki umutsuzluğun asıl nedeninin AKP’nin “yenilmezliğinden” değil, düzen içi de olsa bir alternatif yokluğundan kaynaklandığını söylemek daha doğru bir ifade olacaktır.

Bugün düzen içi bir muhalefet odağı olarak görülen sosyal demokrat cenahın (ılımlı bir İslam cumhuriyetine dönüştürülmüş bir ülkede, hâlâ “birinci ve ikinci cumhuriyetçilik” tartışmaları içinde!) bir alternatif çıkarabileceğine sanırım kendi içlerinden bile inanan yoktur.

Bu yüzden sol açısından yapılması gereken şey, kısa vadede kolay çözüm arayışlarına kapılmadan, AKP tarafından temsil edilen mevcut düzene karşı ciddi bir alternatif umudunu yeniden canlandırmak için kendi öz gücüne dayanarak mücadele etmekten ibarettir.

 »Ülkemizde, dünyadaki gelişmelere paralel olmasa da, değişik alanlarda toplumsal direnişler gelişiyor. Ancak bunların henüz bir güç olarak ortaya çıktığını söylemek de mümkün değil. Öte yandan toplumun geniş kesimlerinin de bir arayışından söz etmek de mümkün. Solun bugünkü durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet, Türkiye’de değişik alanlarda gelişen direnişlerin bütün olumlu yönlerine karşın ciddi bir düzen karşıtı güç haline dönüşmediği elbette doğrudur. Ancak bunların mücadelenin gelişme dinamikleri ve geleceği hakkında umut verici ipuçları taşıdığı da unutulmamalı. Genel olarak solun ciddi bir düzen karşıtı güç haline gelmemiş olmasının, yukardan beri tartıştığımız konuların yanı sıra, dünya çapında yaşanan süreçlerin toplumsal dinamiklerin sınıf mücadeleleri dışındaki etnik, dinsel mezhepsel mecralarda yoğunlaşmasına yol açan özelliklerinin de bir sonucu olduğunu unutmamak gerekiyor. Yukarda değindiğimiz gibi, özellikle kapitalist Batı dünyasında yaşanan kriz dalgasına karşı gelişen hareketler, bu dönemin de sonuna gelindiğinin bir işareti olarak görülebilir. Bu demektir ki artık, “sınıf mücadeleleri bitti, devrimler çağı bitti” diyenlerin kendilerinin tarihin çöplüğüne atılma zamanları geliyor.

Bu yüzden şimdi “AKP’nin yenilmezliğini” falan bir yana bırakmak ve gelecek için daha çok umutlu olmak gerekiyor.

Türkiye’nin en çok ihtiyacı olan şey bu umuttur ve en az politik tutarlılık kadar önemli olan hareketin bütünlüğünü ve sürekliliğini koruyarak bu umudu büyütmek de en çok devrimcilerin görevidir.

“ÖDP’nin Çatı Partisi konusundaki tavrı doğru”

»1980 sonrasında sol içinde yoğun ayrışmalar yaşandı. ÖDP’nin kuruluşundan sonraki ayrışmalar en çok şikâyet konusu yapılan konular arasında yer alıyor. Birçok insanın soldan uzaklaşması bu ayrılıklara bağlanıyor.

Türkiye solu 1980 sonrasında dünyada yaşanan gelişmeleri 12 Eylül’ün bozucu etkileri altında ve dağınıklık içinde karşılamıştı. Bir yandan yenilginin devrimci örgütler içindeki kadrolar arasında yarattığı güvensizlik ve özgüven kaybı, diğer yandan sosyalist sistemin dağılmasıyla birlikte daha etkin biçimde ortaya çıkan postmodern öğretilerin, yeni liberal düşünüş biçimlerinin yarattığı kafa karışıklığı ciddi bir ideolojik ve örgütsel parçalanmışlığa yol açtı. Bu nedenle solun, kapitalizmin küreselleşme yöneliminin bir sonucu olarak dünyada ve Türkiye’de ortaya çıkan gelişmeler karşısında etkin bir muhalefet geliştirmesi mümkün olmadı.

Bir kısmına yukarda değindiğimiz nedenlerle solun ciddi bir etkinlik gösterememiş olması, egemen sınıflar arasındaki milliyetçilik liberallik çatışmasında taraf olma eğilimlerini güçlendirdi. Geçilen sürecin en çarpıcı yönlerinden biri kimi liberal aydınlarla birlikte solun bazı kesimlerinin Türkiye’nin bir ılımlı İslam devletine dönüştüğü bu yeniden yapılanma sürecinde bir tür yapı harcı rolünü üslenmesiydi. Bu gelişmelerin yansıması solun bütün kesimlerinde yaşanmakla birlikte, seksen sonrasında geniş sol-muhalefet kesimleri arasında ciddi bir “birlik ve ortak mücadele” arayışının ifadesi olarak kurulan ÖDP sürecinde daha çok olumsuz sonuçlara ve ciddi yarılmalara yol açtı.

Çoğunlukla şikâyet konusu olarak önümüze sürülen ayrışmalar da hep böyle bir zemin üzerinden gelişti. Bu ayrışmaları öznel nedenlere bağlamak doğru bir şey olmaz. Örneğin, bu konudaki ayrım noktalarından biri Ergenekon davasıydı. Bizim egemen güçler arasındaki çatışmada (BirGün gazetesinin o günlerdeki “yesinler birbirini” başlığıyla anılan) taraf olmama tutumumuz üzerine kıyamet koparıldı. Oysa genel olarak egemen sınıf klikleri arasındaki çelişkilerdeki bir nispi denge durumunun devamı aynı zamanda nispi bir demokrasi ortamının sürmesini de getirir. Tek başına hâkim olarak iktidarını pekiştiren bir  gücün daha baskıcı politikalara yönelmesi de kaçınılmaz olur. Şimdi, geriye dönüp bakıldığında bizim tutumumuzun doğruluğunu görebilmek daha kolaydır. Bugün “Ergenekon” davasının özünün, devletin ve ordunun eski soğuk savaş döneminde oluşturulmuş yapılarının bugünkü yeni düzene uygun biçime dönüştürülmesinden ibaret bir konu olduğu çok daha açık olarak ortaya çıkmış durumdadır. Oysa konuyu bir sivilleşme ve darbeciliğin tasfiyesi olarak, bir demokratikleşme olarak görenler, sadece bu gün nasıl bir ileri demokrasi olduğu açıkça görülen bir rejimin destekçisi olmakla kalmadılar, halkın aldatılmasına da ortak oldular. Oysa, devrimci politika her zaman gerçeklerin bütün yönleriyle açıklanmasını esas almalıdır. 

Ben solun bugünkü sorunlarının temelini, geçilen süreçte yaşanan ayrışmalarda aramanın doğru bir şey olmadığını düşünüyorum. Her şeyden önce yaşanan olaylar karşısında doğru ve sağlam bir politik temele sahip olmayan bir devrimci hareketin başarı şansı yoktur.    

 »Bir de son dönemde gündeme gelen Kongre Girişimi’ne ilişkin tartışmalar var.

Ben ÖDP’nin bu konudaki tutumunun doğru olduğuna inanıyorum. Çok farklı toplumsal dinamiklere ve farklı programlara ve dünyada ve ülkede yaşanan bütün önemli gelişmeler konusunda bu kadar farklı görüşlere sahip hareketlerin, bu şekilde kısa vadeli pragmatik gerekçelerle bir araya getirilmesinin doğru ve mümkün olmadığını, Kürt hareketiyle sosyalist hareket arasındaki doğru ilişkinin de böyle kurulamayacağını düşünüyorum. Kürt sorununun çözümü açısından ise, bağımsızlıktan otonomiye, kültürel özerklikten yerinden yönetimlerin güçlendirildiği bir arada yaşama biçimlerine kadar barış temelinde değişik çözüm arayışlarının tartışılabileceği bir konuda bağımsız bir devrimci hareketin güçlendirilmesinin çok daha gerekli olduğuna inanıyorum.

Katılan çevrelerin kendilerine göre haklı nedenleri olabilir. Hangi gerekçelerle olursa olsun sonuçta herkesin tercihine elbette saygı duymak gerekir. Bu konuda konuyu sosyalist hareketin birliği çerçevesinden tartışan arkadaşlarla polemik yapmak da istemiyorum. Sadece, örneğin ‘birlik sorununun küreselleşmenin ‘küre’sindeki bütünlük manasıyla bağlantısı çerçevesinde(!) itirazlar ileri sürerek ÖDP’nin kuruluşuna katılmayan EMEP’li arkadaşlarla, daha yakın zamanda “çoğunluğun azınlığa baskı kurmasından dem vurarak, azınlık haklarının demokratik çoğulculuk çerçevesinde korunmadığı gerekçeleriyle ÖDP’den ayrılan arkadaşların kendi tutarlıkları açısından nasıl bir ikna edici açıklamaya sahip olduklarını merak ettiğimi itiraf etmek istiyorum.

haber; birgün

Bu haber 2793 defa okunmu?tur.

Delicious  Facebook  FriendFeed  Twitter  Google  StubmleUpon  Digg  Netvibes  Reddit

FORUM & SÖYLEŞİ

Işık; "Uygarlık Anadolu'da Doğdu"

Işık; Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fahri Işık, Celal Bayar Üniversitesi&...

ÇEVRE VE DOĞA DOSTU AVUKAT...

ÇEVRE VE DOĞA DOSTU AVUKAT... ÇEVRE VE DOĞA DOSTU AVUKAT...
********FARKIN NE****************23 Şubat 2014

HAVA DURUMU

Detaylı bilgi için resmin üzerine tıklayın.

ANKET

sence; KALAMAR TAVA MI MEZE Mİ?






Tüm Anketler

GOOGLE TERCÜME



Copyright © 2005-2012 www.likyahaber.net Tüm hakları acaip bir şekilde saklanmıştır. Kopye eden fena olur!... demedi demeyin... editör-özer yılmaz/elk.mühendisi-yıldız teknik üniv. POSTA ADRESİMİZ; haber@likyahaber.net
RSS Kaynağı | Yazar Girişi | Yazarlık Başvurusu

Altyapy: MyDesign Haber Sistemi


porno izle