| |||||||||||||||||||||||
EN ÇOK OKUNANLARSON YORUMLANANLARHABER ARASON DAKİKA HABERLERİ....EKŞİ SÖZLÜK...CANLI TV İZLE...YAKINDA... |
"Amerikan rüyasının cenazesi kalkacak!"10 Haziran 2012, 17:06 Özer YILMAZ Banu Avar: "Amerikan rüyasının cenazesi kalkacak!.." Banu Avar: ‘Amerikan rüyasının cenazesi kalkacak!’ Yusuf Yavuz/Kaş Gazeteci Banu Avar’la yaptığımız kapsamlı söyleşinin ikinci bölümünde dünyayı gıda kontrolü sağlayarak yönetmek arzusunda olan küresel aktörlerin, kendi tohumlarından ürettiği sebzeleri satamaz hale gelen Türk köylüsü üzerindeki somut etkilerini ele aldık. Halkın cinnet aşamasında bocaladığını savunan Avar, siyasilerin milletin iradesini meclise yansıtamadığını söylüyor. Çalıştığı televizyon kanalından patronun iş ilişkileri ya da batılı büyükelçiliklerin müdahalesi sonucu kovulduğunu anlatan Avar, Türkiye’deki medyanın da küresel medya tekellerini yönetenlerin çıkarları doğrultusunda bir yol izlediğini öne sürüyor. Wall Street eylemlerinin, Amerikan orta sınıfının elindeki paralara el koymak için vergi vermeyen zenginlerin oyunu olduğu görüşünde olan Avar, “Zucotti park’da İvan Marovic’in konuşmasının ardından sokaklara dökülüp de Anonymous maskelerini taktıkları anda bakıyorum, arkalarında Amerika’nın en zengin adamlarından Buffet var” diyor ve ekliyor: “yakında onlar da bankerlerin gadrine uğrayacak... Amerikan rüyasının cenazesi kalkacak!” Siyasetten hiçbir beklentinizin kalmadığını söylüyorsunuz sıklıkla. Bunu biraz açar mısınız? -Siyasetten değil, bugünkü siyasi partilerden. Ben 57 yaşındayım ve bilmem kaç yıldır oy kullanıyorum. 1946’dan beri de Türkiye’de oy kullanılıyor… Çok partili sistemle ‘demokrasi’ye geçildiği ifade ediliyor.. O zaman sormak lazım. Siyasi partiler neyi kimi temsil eder. Siyasi partiler toplumdaki farklı sınıfların temsilcisi olarak meclise girerler ve farklı kesimlerin çıkarını temsil ederler. Türkiye de farklı sınıfların mesela işçi sınıfının, köylülerin, memurların çıkarını temsil eden parti hangisi, emekçi kesimi kim temsil ediyor.. İşte bu sorunun sorulması gerek. Benim gördüğüm kadarıyla tüm partiler sermayenin yanında konuşlanmış.. Biri A biri B partisi ama aralarında fark yok. Biri sermayeyi, küreseli savunurken diğeri, tam bağımsızlığı ulus devleti savunuyor mu? Hayır... NATO’ya girerken CHP’de Demokrat Parti de fikir birliği içinde. Gümrük Birliği AB boyunduruğu konusunda hangi partiden farklı ses çıkıyor? Özelleşme konusunda iktidara muhalif parti hangisi? ABD ilişkileri konusunda muhalefet hani? Eğer halkın azim ve iradesi meclise yansısa bu tablo böyle olmazdı. Böyle bir durumda bir yılda bu tablo tersine dönerdi. Çünkü bu kurtuluş savaşında olmuş. Yakın zaman önce Venezüella’da da olmuş. Ben gidip gördüm Venezüella’yı, altı yıl içinde birçok şey düzeltilmiş. Dışa peşkeş çekilen kaynaklar geri alınmış, anlaşmalar iptal edilmiş, halka refah sağlanmış, gelirler bölüşülmüş, parasız eğitim ve sağlık hakkı geri gelmiş… Demek ki olabiliyor. Eğer olamıyorsa burada başka bir durum var demektir. Bu durumda meclise girenler halkı bir anlamda aldatarak, “oraya gidip de ben senin çıkarlarını koruyacağım” diyenler, milletin iradesini meclise yansıtamıyor. Benim geldiğim nokta bu. Yansıtabilseydi böyle olmazdı diye düşünüyorum. ‘EKONOMİK BAĞIMSIZLIĞINIZ YOKSA DEMOKRASİ DE OLMAZ’ Demokrasi kavramını nereye oturtuyorsunuz peki? Geçek bir demokrasi hepimizin rüyası. Atatürk gerçek demokrasiyi ‘ekonomik bağımsızlık’ olarak tarif ediyor. Eğer bir ülke ekonomik bağımsızlığına sahip değilse, o ülkede yaşayan insanlar işsizse, doymuyorsa, umudu yoksa; kendisine ait madenini, altınını, suyunu kullanamıyorsa; dış güçlere bağlıysa o zaman burada demokrasi burada sadece bir oyun olur. Demokrasiden bahsedilemez. . Dolayısıyla demokrasi demokrasi diyerek bize yutturulmaya çalışılan çok partili seçimi öne sürüyorlarsa biz bu demokrasi oyununda sadece figüranız Bu karmaşık tabloyu halk anlamakta zorlanıyor. Çünkü gündelik sorunlardan bunalmış vaziyette. Örneğin 2B yasası, yabancılara toprak satışı, suların özelleştirilmesi, maden yasası ve birçok düzenlemeyle halkın yaşam alanları paramparça edildi. Anadolu'da kendi kendine yetme savaşımı veren halkın vadileri, su havzaları büyük bir saldırı altında. Bütün bunlarla boğuşan halka bu karmaşık tabloyu nasıl özetleyeceğiz? Yani küresel oyunların köylülerin suyuna el konulmasıyla ilgisi nedir? Örneğin geçenlerde Giresun'un Espiye ilçesinde halk kendi tohumlarından yetiştirdiği sebzeleri pazara satmaya götürdüğünde görevliler gelip, "ruhsatınız yoksa bu sebzeleri burada satamazsınız" diyorlar. “Ne tohum takası yapabilirsiniz ne de kendi marulunuzu satabileceksiniz” denildiği zaman işin küresel boyutu giriyor devreye… Ayda 200-300 liraya yaşayan bu insanlara bazı dayatmalar yapılıyor.. Neden? AB Uyum yasaları öyle emrediyor… Bu uyum yasalarını çıkaran bizi üye olmadan AB emirleriyle karşı karşıya bırakan kim? İktidarlar ve ilişkili olduklar küresel güç odaklarının memurları! Kissinger'ın ünlü bir sözü var, "ben bir devleti yönetmeye kalkışırsam petrole el koyarım. Bir halkı yönetmeye kalkışırsam da gıdalarına el koyarım" diyor. Türkiye kendi kendine yeten yedi ülkeden biriyken şimdi kendi kendine yetemez ve dışarıdan gıda ithal eden duruma getirildi. Malum dünya çapında müthiş bir gıda kotası var. Bu sektör birilerinin elinde şekilleniyor. Dünya Yiyecek piyasasını elinde tutanlar, dünyayı şekillendirmeye soyunmuş küresel odaklar… Petrol piyasası da su piyasası da altın bor krom piyasasını da ellerinde tutuyorlar. Toplam 5-10 ailenin koyduğu kurallarla dünya ekonomisi ile oynanıyor. İşte bu adamlar bizim gıdamızla da oynuyorlar. Buğday’la da Pirinçle de Mısırla da oynuyorlar domates üreticisiyle de oynuyorlar. Fındıkla da meyvelerimizle de sarımsak’la da patatesimizle de oynuyorlar… Amaç Türkiye üretmesin ama benim kontrolümdeki marketlerden satın alsın… İşte sonunda pamuk Mısır’dan geliyor, buğday ithalatı yapılıyor, domates tohumları İsrail’den.. ‘BU BİR GIDA SAVAŞIDIR’ Köylünün kendi tohumundan yetiştirdiği domatesi pazarda satamamasında sözünü ettiğiniz bu ailelerin somut olarak etkisi nedir? Satamıyor çünkü bir bakıyorsunuz, “sizi Gümrük Birliği’ne aldım” diyorlar. Bizim başımıza getirilen hükümetler bunu imzalıyorlar ve büyük bir bayram olarak havai fişeklerle kutluyorlar. Bunun arkasından uyum yasaları geliyor. Tarımdan hayvancılığa birçok alanda bu kapsamda bir takım kanun hükmünde kararnameler imzalanıyor, kanunlar çıkarılıyor. Bu kanunlar çerçevesinde işte bizim köylümüzü başına gelen olay geliyor. Köylüye diyorlar ki, “sen artık kendi tohumundan ürettiğin sebzeyi satamazsın, İsrail tohumu kullanacaksın.” Bu sistemin derdi şu, sen o tanesi yarım kilo gelen güzelim domatesini yetiştiremeyeceksin. Çanakkale’de Mürefte’de o domatesler yetişmiyor artık. Köylüler tohumunu alıyor, tohumu takas etmekte sorun yaşıyorlar. Tohumun ölüyor. Dünya Su Konseyini de bu kapsamda ele alabiliriz örneğin. Mesela SUEN adında bir kuruluş oluşturuldu bir süre önce. Su Enstitüsü. Dünya Su Konseyi ile su forumu ile paralel çalışacakmış. Sen en kapsamlı şekilde inceledin yazdın. Ellerine sağlık… Palandöken’den çıkan Fırat ve Dicle’den tutun da Yukarı Köprüçay Havzası’nın sularına kadar ülkenin aklınıza gelen bütün su kaynakları bir anlamda yurt dışındaki bir yapıya bağlanıyor. Bizim sularımızın geleceğine bu yapı karar veriyor artık. Türkiye’nin suları üzerinde Barajlar Kralı olarak anılan Süleyman Demirel dönemlerinde bile görülmeyen ölçüde çok sayıda yıkım projesi geliştirildi. Özellikle de yaşam alanları yok edildi. Anadolu’nun bunca yıl bağımsızlık kaynağı olan biyoçeşitliliğin geleceğinin tek bir bakanın iki dudağının arasında olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? O bakan da bir şey bilmiyor zaten. Bakan’ın sözünü ettiğin biyolojik çeşitlilikten, tohum meselesinden ve benzeri hassasiyetlerin inceliklerine vakıf olması mümkün değil. Zaten o nedenle de eğitimden hukuka, tarıma kadar birçok alanda oluşturulan komisyonlarda çok sayıda Amerikalı uzman yer alıyor. Eğitimde 1947’den bu yana böyle. Kararları onlar veriyor. Küresel çete böyle istiyorsa böyle olacak diyorlar. Bunun için oradaki halk ne yapar, toprağını suyunu nasıl edinirle ilgilenmiyorlar. Onların bir görevi var ve bunun için para alıyor. Bunları yetiştirip ülkelere yolluyorlar ve “bizim çıkarlarımız çerçevesinde bu ülkenin suyuna, boruna, madenlerine el koy” diyorlar. İşte Yukarı Köprüçay’da bir adamla karşılaşıyorsun, adam Nepalli ama Türk adı almış. Demir Türkoğlu… Meraklısı senin yazını okusun. Nepalli ama aslında İngiliz. Oradaki cennet gibi bir yerin kaynaklarının envanterini çıkartıyor, uluslararası kartellerden birisi için bölgeyi tarıyor. Ona o izinleri kim veriyor... Kim o bölgede yaşayan halka neyi soruyor da yasalar çıkıyor, kararlar alınıyor, kartellere ‘buyrun!’ deniyor? ‘MECLİSTEKİLERİN İYİ NİYETLİ OLDUKLARINI DÜŞÜNMÜYORUM’ Halkın umut bağladığı muhalefet partilerinin bütün bu manzara karşısındaki ataleti konusunda ne söylersiniz? Halk bu konuda ne yapmalı sizce? İşte sen biraz önce Yuvarlakçaylıları anlattın. Halk sadece kendine güvensin. Şu an meclise girmiş olanların hepsinin durum karşısındaki ataletini yıllardır izliyoruz, hiç birinin iyi niyetli olduklarını düşünmüyorum. Millete değil kendilerine, güç odaklarıyla ilişkilerine çalışanlar topluluğu var karşımızda. Bu çok iddialı bir tanımlama değil mi? Ama halkın yanında ve iyi niyetli olsalardı bunca yıldır, bu millet böylesine bir varlık içinde böylesine bir yokluk, yoksulluk ve yoksullaşma içinde olmazdı… Bir yandan de halkoyuna başvurulan referandumlarla sizin anlattığınız bu tablonun tersi çizilmeye çalışıyor. Başbakan eskiden tek parti dönemi vardı, şimdi ileri demokrasi geldi diyor… Referandum’a baktığımız zaman, Türkiye’nin sahip olduğu doğal servetlere el konulması için dünyayı yöneten 300 şirketin çıkarları doğrultusunda yasalar çıkarıldı. Yasadışı olarak yurtdışına peşkeş çekilen doğal kaynaklarımızın peşkeşi yasallaştı. Olan budur. Karnı aç olan, işsiz olan ve bir çeşit cinnet yaşayan halk basın yayının beyin yıkamasıyla oyunu kullandı ve kendi celladına boynunu uzattı. Sonuçta bu ülkede uzun zamandır ‘toplu hipnoz’ düzenekleri çalıştırılıyor. Ve bu düzenek geniş halk katmanlarını etki altına almayı hedefliyor.. Yönlendirilen halk ‘evet’ ya da ‘hayır’ diyor. Borçlandırılmış olan halk borcu çerçevesinde ‘karar’ alıyor... Halkın oy kullanma parametreleri çok farklı yani. Burada insanların ne kadar isteyerek ve özgür oy kullanabildiğini sorgulamak lazım öncelikle. ‘SİSTEM HALKIN İRADESİNE ENGEL KOYUYOR’ Seçenlerin durumu kadar seçilme kriterlerinde de bir sorun yok mu sizce? Ben geçen gün Nazilli’deydim ve orada çok sevilen bir CHP adayı, delege seçimlerinde kazanacağından çok emin ve sokağın tepkisinden de bu anlaşılıyordu..Ama Genel merkezden gelen telefonlar bir başka adayı işaret edince o değil bir başkası yukardan belirlenerek delege oldu. Ertesi günü de Salihli’de bu kez MHP’de benzer durum yaşandı. Demek istediğim şu ya da bu partide, halk, özgür iradesiyle kendini temsil edecek kişileri meclise yollayabiliyor mu? Bunu sorgulamak gerek. İki dudak arasında yürütülen, halkın iradesine engel koyan bir sistemin içinde halkın iradesi nasıl meclise yansıyabilir? Yansıyamaz… Yansımıyor. Hem de yıllardır... Sizce genel merkezlerin tercih etmediği ama halkın tercih ettiği insanların ortak niteliği nedir? Halkın sağduyusu mükemmeldir… Çıkar oyununa bulaşmamış, koltukla işi olmayan, para oyunları ve iktidar ilişkileriyle sarmaşmamış kişilere bakın… Onlar kime güveneceklerini bilirler.. Onların tercih ettiği, sevdiği, saydığı kişilerin genel merkezlerce beğenildiği çok azdır.. genel merkezler siyasi oyunlarda becerikli bulduğu kişileri, siyaset arenasındaki satrançta ‘faydalı’ olacak isimleri tercih ediyor… Aslında partiler, tıpkı bazı STK’lar gibi… Toplum iradesini ‘sistem’ içinde eritme potası.. “Çok partili sisteme karşı mısın sen yoksa?” gibi eleştirilerle de karşı karşıya kalıyorum. Çok partili sistem Osmanlı’da da vardı. Irak’ta da otuz tane parti var. Afganistan’da da var. Çok partililikle demokrasinin bir alakası yok. Çok parti olur ama meşrutiyet, diktatörlük olur. Eğer bir ülke mali yönden tam bağımsızsa o zaman demokrasi süreç içinde yeşertilir. Ama bu yoksa, dışarıdaki kartellerin elinde oyuncak olmuşsan, Giresun’un Espiye’sinde tohumunu bile kullanamaz hale gelmişsen, çaylarını yol kenarına boşaltıyorsan, sularına el konuluyorsa burada demokrasi olmaz. O zaman bazı politik figürler çıkar, ‘uyanık’ bir takım adamlar gelir, genel başkanlarına yaracak işler yaparak halk iradesini büzmekle görevli olurlar. Görünen bu. ‘ÇALIŞTIĞIM KANALDAN NATO YÜZÜNDEN KOVULDUM’ Medyanın bu süreçteki işlevine gelirsek. Siz de bu sürecin mağdurlarından biri sayılırsınız çünkü. İçeriden birisi olarak medyadaki tablo nedir? Şimdi ben bir yıl içerisinde sadece iki defa televizyonlara çağrıldım. Bunun bir tanesi Ulusal Kanal, diğeri de Tv Net’ti. Benim görünebilirliğim bu kadar. Bizim gibi düşünen yüzlerce insanı da medyada görmek mümkün değil. Hatta parmakla saymak bile zor.. Dünyada tüm basını elinde tutan beş altı aile var. Bu çetelerin çıkarları doğrultusunda imal edilen haberleri izliyoruz. Bizde de toplam altı aile yaygın medyayı elinde tutuyor. Bunlar da yurt dışındaki ajanslara bağlı olarak haber veriyor. Yurt içindeki haberler de sadece o ailenin çıkarları çerçevesinde şekillendirerek veriliyor. Sizin patronunuz bir maden ya da petrol şirketinin sahibiyse, Kuzey Irak’ta petrol işine girmişse, sizin kalkıp da Kuzey Irak’taki petrol pisliğini ortaya sermenize izin vermeyecektir. Ya da NATO’dan bir ihale alınacaksa o sırada sizin NATO ile ilgili bir eleştirel haber yapmanıza izin verilmeyecektir. Ben çalıştığım özel bir televizyon kanalından bu çerçevede kovulmuştum… Ben NATO tarihçesi ile ilgili bir belgesel yaparken, üst düzey yönetici, “Biz NATO ile iş yapıyoruz… Sizinki gibi belgeseller şu sıra bizim işlerimizi bozar. Yaşamda başarılar dileriz” demiş ve iş aktim feshedilmişti. Bu kanalda otuzdan fazla belgesel yapmıştım. Sonra kanalın belgesel bölümünü de kapattılar zaten. Aynı zamanda kurumda çalışan Turan Yavuz, Attila İlhan, Erol Manisalı, Necla Arat gibi birçok ismi de yayın kurulundan çıkarılmışlardı. Sonunda atacakları bunca önemli ismi başlangıçta neden kanalda görevlendirdiler size göre? Bunu aslında El Cezire deneyimi çok güzel anlatıyor. El Cezire ilk yayına başladığı dönemde ben Ortadoğu’da dolaşırken nereye gitsem bu kanal izleniyordu. Ve son derece düzgün bir yayın yapılıyordu. Arap halklarının çıkarlarını savunur biçimde cümleler kuruluyordu kanalda. Herkes gerçek ve doğru haberi El Cezire’den alabileceğini düşünüyordu. Bu böyle bir buçuk yıl kadar sürdü. Ancak bu sürenin ardından El Cezire 360 derece dönerek tamamen Amerikan çıkarlarını savunur hale geldi. Amerikan örtülü operasyonundaki tetikçilerden önde giden oldu. Örneğin Türkiye’de de çok bilinen bazı programcılar vardı. Bunlar ilk birkaç yıl halkın gönlünü kazandı… Millet onları ulusalcı, milliyetçi filan sandı. Ancak bir süre sonra, o güne kadar söylediklerinin tam aksini söylemeye başladılar. Mesela sahte muhalefet de böyle. Birine güvenip arkasına takılıyorsun, daha sonra ardına takılanın kafasını devşiriyor… Arkasına takılanları da devşiriyor… Neden en başta kanala halkın güvendiği isimleri aldılar? Bunca kanal arasından sıyrılmak farklı bir bakış sunarak belli bir AB grubunu kanala bağlamak istediler… Kanal tutunca parasal işleri doğrultusunda kadroyu yenilediler… Bu söylediğinizden geçtiğimiz günlerde “faiz haramdır” açıklaması yapan ancak geçmişte tam tersi görüşleriyle bilinen bir televizyoncu geliyor. Evet. Sözünü ettiğin kişi de bunu yaptı. Önce çok düzgün yayınlar yaparak başladı. Fakat daha sonra kendi yaptığı tahlilleri çürüten görüşlerle ortaya çıkmaya başladı. TRT YETKİLİSİ “ABD VE İSRAİL BÜYÜKELÇİLERİ PROGRAM YAPMANIZI İSTEMİYOR” DEDİ Size de bir nevi “Project Democracy” vurdu diyebilir miyiz? Tabii tabii. Hepimizi vurdu. Neredeyse bütün kanallar böyle. TRT’den atılışım da böyle oldu. Zaten bütün yaptığım filmler yüzde elli oranında kesiliyordu ama en son Genişletilmiş Ortadoğu ve Afrika Projesine ilişkin programın montajı sırasında atıldığımı öğrendim. Gidip sorduğum zaman da TRT’nin en üst düzey adamlarından biri bana açık açık “Amerika, İsveç, Gürcistan ve İsrail büyükelçilikleri dönemin TRT’den sorumlu Bakanı Mehmet Aydın’a haber ilettiler, sizin artık belgesel yapmanızı istemiyorlar. Bunun için mecburen sizi çıkarıyoruz, özür dileriz. Çok iyi reyting getiriyordunuz ama bu böyle” dedi. Benim programımın yerine hemen aynı saatte tamamen Amerikan çıkarlarını kollayan bir program konuldu. Siz o dönem Avrupa Birliği’ne yönelik de oldukça kapsamlı programlar yaptınız değil mi? 2006 yılında 17 Avrupa ülkesine gittim. Aslında Avrupa Birliği diye bir şey olmadığını o zaman belgelemiştim. O da bir başka kukla tiyatrosu… Şimdi tartışılan şeyleri o zaman söylemiştim. Avrupa Birliği korkunç bir savaşın ertesinde Hıristiyan demokratlarca kuruldu… Daha sonra sömürülecek kazlar özellikle doğu Avrupa ülkeleri mahsusçuktan oyuna dâhil edildi. AB’nin baş aktörlerinin yararlandığı fırsatların hiç birisinden bu ülkelerin yararlanamadığını, büyük ülkelerin ise ABD’nin finosu olarak oynadığını ispatlamıştım. 17 belgeselin tamamında bunu işlemiştim. AB’nin yönetim organlarında yer alan adamların da Tek dünyacı küresel eşkıyanın atadığı insanlar olduklarını işlemiştim. Dış İlişkiler Konseyi CFR ve Bilderberg denilen yapılar tarafından atanan adamlar vardı ortada… Ve bunu İngiltere İşçi Partisi’nin en eski mensuplarından Sir Antony Benn de açık bir şekilde ifade etmişti. Benn ile yaptığımız röportajda, “demokrasinin beşiği olarak gösterilen İngiltere’de demokrasi hiçbir şekilde işlemediği gibi sadece aldatmacadır” demişti. Meraklısı ‘Hangi Avrupa’ kitabımda İngiltere bölümünü okusun. ‘AB’NİN KENDİ İNSANINA HAYRI YOK AMA TÜRKİYE’DE FON PROPAGANDASI YAPILIYOR’ Benn’in eleştirileri nelerdi? Benn, kısaca; “eğer demokrasi varsa, kimi seçeceğine halk, özgür iradesiyle karar verir. Seni yolundan çıkaracak ya da algını değiştirecek başka mekanizmalar olmadan birilerini seçebilirsin. Şimdi bu Avrupa Birliği içinde Avrupalı halk kendi istediği liderleri kendi mi seçiyor? AB adına karar alan kişilerin seçiminde benim söz hakkım var mı? Hayır. Onlar ‘atama’ ile belirleniyor… Diyelim ki ben bu kararları alanlardan memnun değilim, bu adamları değiştirebiliyor muyum, hayır. Eğer demokrasi olsaydı, halkın tasarrufu olurdu. Ama yok. Bu adamı düşürebilmeliyim. Dolayısıyla burada demokrasiden söz etmenin imkânı yoktur” demişti. O yıllarda bugünkü çatırdamaların henüz sinyalleri bile yoktu ama bugün gördük ki, ekonomik çöküş İzlanda’dan başlayıp İrlanda, İspanya ve ardından Yunanistan’da tulum çıkardı. Peki Türkiye’ye ne anlatılıyor? Bir yığın yalan dolan... Türkiye’nin AB’den sorumlu Bakanı hala Avrupa’dan gelecek fonlardan bahsediyor… Bütün İstanbul sokakları AB fon dağıtımının ilanlarıyla doldu... Aynı odak bir yandan varlıklarımıza el koyuyor bir yandan bizi dilencileştiriyor… Kendi insanlarına hayrı yok, insanlar sokaklarda aç geziyor ama bize sokak sokak ‘bilmem kaç Avro fon veriyorlar’ diye yayın yapılıyor. Bu çetenin dağıtacak çok parası varsa, çökerttikleri İzlanda’ya, İrlanda’ya Yunanistan’a yardım etsinler. Önce AB’yi kurtarsınlar... Adalet Bakanı tarafından Silivri’ye götürülen gazeteciler de tartışıldı bir süre önce. Barış Terkoğlu ağır bir yazı kaleme aldı bu gazetecilerin gezisiyle ilgili. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bütün bunları? Gidenler kim diye bakmak lazım. Götürülen insanların nasıl ilişkileri var. Bir gazeteciler var bir de gazeteci adı altında aslında taşeronluk yapanlar. Bunu Türkiye’de herkes biliyor. Silivri ziyareti için seçilen insanlar kimlerdi. Neden bir yığın insan, yazar çizer, gazeteci terör örgütü üyesi adı altında, delilsiz mesnetsiz yıllardır orada tutsak? Müyesser Yıldız, Balbay diğerleri neden oradalar? Neyle suçlandığını hala bilmiyor Müyesser. Ne içeridekiler ne de bizler bunu bilmiyoruz. Sonra bir tiyatro sahnesi hazırlanıp, o insanlara en ağır hakaretleri yapanlar toplanıp Silivri’ye götürülüyor… Hapishane koşullarının iyiliğinden, yemeklerin güzelliğinden dem vuruyorlar… Kimin için bu orta oyunu? Bırakın canım! ‘EL CEZİRE’DEN İSTİFA EDEN HABERCİLER, HALEP VE ŞAM’A AİT HABERLERİN ‘İMALAT’ OLDUĞUNU BELGELEDİLER’ Suriye’deki iç savaşa gelirsek. Siz yakından izliyorsunuz. Sizin de gidip yerinde gördüğünüz Suriye’de yaşananları nasıl değerlendirmek gerek? Suriye konusunda medyanın rolünü iyi izlemek lazım. El Cezire’den beşer beşer adam ayrılıyor. “Biz artık dayanamıyoruz” diyorlar. Çok iyi para alıyoruz ama devamlı mizansen üretiliyor diyorlar. “Bu veballe yaşayamayız” diyorlar. Son ayrılan gazetecilerden biri açıkladı. Film setleri kurulmuş… Bu setlerde Şam meydanı, Halep saat kulesi maketleri var. Çok üst düzeyde tekniklerle bu setlerin üzerine çatışma fotoğrafları yerleştiriliyor. Bu şekilde haberler yapıldığını belgelediler… BBC, CNN kaç kerte 2003 Irakta çekilen katliam fotolarını 2012 Humus diye yayınladı… Fotoğrafı çeken fotoğrafçı daha geçenlerde açıklama yaptı… Bunu Bağdat’ta 2003 de çekmiştim, dedi… Birbiriyle paylaşım savaşına girmiş sermaye grupları nedeniyle bilgiler sızdırılıyor da birçok rezilliğin farkına varabiliyoruz. Bunu biraz daha açar mısınız? Şimdi artık medya savaşları var… Hedef ülke seçiliyor… Libya gibi, Suriye gibi.. Önce haberler servis ediliyor… O güne kadar sesi soluğu çıkmayan birileri dolarları cebe indirip facebooktan, sivil ağlardan filmler haberler üretmeye başlıyor... İnsan hakları dernekleri bir ağızdan bağırmaya başlıyor... CIA tetikçileri ortalığı toza dumana katıyor… Bire bin katılarak yapılan haberler dünya medyasını sarıveriyor... İnsanları medya ile galeyan’a getiriyorlar. Sonra yaptırımlar ve müdahale takip ediyor. İlk Körfez savaşı öncesi Irak’ın Kuveyt’e girişi hakkında Amerikan halkı nasıl galeyana getirildi hatırlayın... ABD kamuoyunun bu savaşa hazırlanması gerekiyordu. Birden ABD Senatosunun önüne 14 yaşında gözü yaşlı bir kız çıkarıldı. Arap genç kız, mükemmel İngilizcesiyle Iraklı askerlerin Kuveyt’de nasıl bebek katliamı yaptıklarını anlattı. “Bir hastahanede, küçücük bebekleri kuvözlerden alıp yerlere attı Iraklılar. Küçücük bebeler taşların üzerinde kıvranarak öldüler” diyordu. Daha sonra bir başka adam daha çıkıyor ve “evet öldürdüler, bebeklerin ölülerini ben gömdüm” diyerek tanıklık ediyordu… En sonunda da baba Bush çıkıyor ve “bebekler ölüyor” diye tirad atıyordu… Sonra demokrasi havarisi ve insanlığı kurtaran melek olarak ABD ordusu Irak’a girmeye kalkıyordu. Ancak bir süre sonra, Kanada televizyonu durumu açıkladı… Genç kız, Kuveyt’in ABD’deki büyükelçisinin kızıydı. Hill and Knowlton adlı lobi şirketi repliklerine kadar oyunu yazmış ve sahneye koymuştu... Bu iş için 10 milyon dolar para almıştı… Figüranları da onlar bulmuştu… Mesele Amerikan halkının Irak savaşına ikna edilmesiydi… Başka bir reklâm şirketi de Irak’a son müdahale sırasındaki orta oyunun senaryo yazarı olduğunu açıkladı. Saddam heykeli devrilmeden önce başına bir ABD bayrağı konulması ve heykel devrilince Iraklılar tarafından terliklerle dövülmesi için 200 kişiye para dağıtılması fikrinin kendisine ait olduğunu açıkladı. Kamuoyu medya ile böyle oluşturuluyor. Suriye’den yansıyan manzara da farklı değil. Baktığınızda buradaki muhaliflerin birçoğu Libya’dan, şuradan buradan gelmiş insanlar. Şimdi Suriye’de olanları “vay Müslüman kardeşlerimize zulüm yapılıyor” diye propaganda malzemesi yapanlar, Telafer’de Kuzey Irak’ta Türkmenler yok edilirken hiç seslerini çıkarmıyorlardı. Bazıları masum olsa da bu sesleri çıkaranların çoğu ‘paralı askerler’… İDLİB’DEN GELEN KADINLAR, ‘BİZE SÖZ VERDİLER, PEDİMİZİ VERECEKLERDİ’ DİYORLAR Türkiye-Suriye sınırında yaşanan bir hareketlilik de var… Ben geçen hafta Kilis’e gidip Suriye’den gelenlerle, oranın muhtarlarıyla, konteyner kentlere getirilmiş ‘figüranlarla’ ilgili konuştum. Benzer oyunlar söz konusu. Birileri senaryo yazıyor, birileri oynuyor ve Suriye kanatılıyor. Kilis’te yerleşik mültecilerin çoğunun çocuğunun adı Beşar. “Madem nefret ediyordun neden çocuğuna Beşar’ın adını koydun?” diye soruyorum… Ne diyorlar? “Benim nefretim falan yok, bana 20 bin dolar verdiler geldim.” Adam kanaryasını, oltasını almış İdlib’in köylerinden gelmiş… Kendisine para teklif edildiğini, bir müddet buralarda kaldıktan sonra Avrupa’ya gideceğini söylüyor. Konteynerkent içinde kimisi kebapçı dükkânı açmış, kimisi bisküvi bayisi olmuş; kendi milletini kazıklıyor. Kimisi üç karısıyla gelmiş, her birini bir konteynera yerleştirmiş. Aldıkları yardım malzemelerini satıyorlar. Ve en acısı da İdlib’in köylerinden gelen bazı kadınlara “size çok iyi para vereceğiz” demişler. Bu kadınların içinde fuhuş yapanlar var. Kadınlardan biri bağıra çağıra masaya vurarak “bize söz verdiler, ağdamı, pedimi ve saç boyamı verecekler!” diye bağırıyor. Mültecilerden sorumlu muhtarlar, bize inanılmaz başka hikâyeler de anlatıyor… İçerideki kampta MOSSAD’dan MİT’e yüzde 10 istihbarat servisi çalışanı. Yüzde kırkı filan “bizim muhalefetle bir ilgimiz yok” diyor. Bir kısmı da eşkıya.. Geceleri Kürt dağlarından Suriye’ye girip Ortodoks Hıristiyanların evlerini yağmalıyorlar. Çaldıkları ev eşyalarını getirip satıyorlar, bir kısmı para karşılığı çatışmalara karışıyor vs. Hama ve Humus’taki Hıristiyan mahallelerinin tamamı tehditler üzerine boşaltılmış durumda. Bu yönde haberler geliyor. Benim tanıdığım Halep sınırındaki çok sayıdaki Türkmen aile gece yarısı aile reislerinin tanımadıkları kişilerce götürüldüğünü söylüyorlar. “Şimdi Esad’ın ordusu gelip bizi korusun” diye dua ediyoruz diyorlar. Yani tam bir terör ortamı yaratılıyor. Medya organları yangını yaratıyor sonra üzerine körükle gidiyor… ‘YENİ ANAYASA İÇİN KCK VE ERGENEKON PAZARLIK KONUSU YAPILACAK’ Uludere konusunda da benzer bir dönüşüm yaşandı sanırım… Bir yandan “Uludere’de istihbaratı biz verdik” açıklaması geldi ABD’den. Önce Kürtler’in duyarlılıkları üst seviyeye tırmandırıldı. İlker Başbuğ içeri alınmadan önce Wall Street Journal’da Ross Wilson’un yazdığı bir yazıda özetle, “Başbuğ ve Evren gibi isimlere bir ceza verilmesi sönmeye yüz tutmuş olan anayasa tartışmalarına şevk getirebilir” denildi. Yani her iki tarafın hassasiyetleri üzerinden bir eşitleme yapılmaya çalışılıyor. Şimdi de yeni anayasa için her iki tarafın hassasiyetlerinin pazarlık konusu yapılacağı yönünde tartışmalar yapılıyor. Birden KCK üyelerini içeri almaya başlıyorlar bir yandan da askerleri, gazetecileri vesaire… Bu da bir eşitleme, mütekabil kılma çabası. Bir yanda bölücü örgüt üyeleri, bir yanda Türk ordusu… Bir tarafta Uluderede öldürülenlerle galeyana getirilen ‘Kürtler’, bir tarafta ilk kez bir genelkurmay başkanının içeri alınmasıyla galeyana gelen ‘Türkler’! Bu ayrımı onlar yapıyor, ben değil… Bunun vebalini kim ödeyecek. Bir milletin kutsalıdır destanlar… Bakın Ergenekon artık terör örgütü adı! Kırgızistan’da adını bir destandan alan Manas Üniversitesi var. Örneğin ‘Ergenekon’ adında bir üniversite kurulabilir mi Türkiye’de? Mümkün değil. Şimdi kendi milletine ait bir destanı sen terörle özdeşleştiriyorsun ama bu terörün başı kim, askeri nerede, destekçileri kim bütün bunlar belli değil. Ama bir yanda PKK adında her şeyi ortada olan bir terör örgütü var ve sen bunların ikisini bir kefeye koyarak eşitliyorsun. Hatta PKK ile Ergenekon arasında organik bağ da kuruyorsun. Sonra “ikisi de kötüydü ama ben ikisini de affedeceğim’ senaryosuna doğru kaydırılıyorsun... Aslında dışarıda yazılan senaryoların aktörleri, figüranları var sahnede… ‘HER ŞEYİ SOROS’A BAĞLIYOR’ SUÇLAMASI, GERÇEKLERİ PERDELEMEK İÇİN KULLANILIYOR!’ Son olarak size kişisel bir soru sormak istiyorum. Her şeyi Soros’a bağladığınız yönünde eleştiriler de var size karşı. Bu eleştirilere karşı ne diyorsunuz? Aslında bu eleştirileri yanıtlama lüzumu bile hissetmiyorum. Bu eleştirileri yapanların neyin içinde olduklarını gayet iyi biliyorum. Bir defa ben “Her şeyi Soros’a bağlıyor ” demenin bir klişe olduğunu söylüyorum. Bir ara da ‘paranoyaksın!’ suçlaması pek modaydı. Şimdi onu kullanamıyorlar. Çünkü 10 yıldır söylediğimiz her şey gerçekleşiyor… Söyleyecek sözleri kalmadı… Nasıl tampon bölgeler yaratılarak Kürdistan tohumu atıldığını ve bugünlere gelindiğini birlikte yaşadık. O günlerde bunlardan bahsedenlere, acımasız paranoyaklar!’ olarak saldırılıyordu. ‘Her şeyi Soros’a bağlıyor!’ suçlaması, bu suçlamayı yapanların planlarının perdelenmesi için kullanılıyor.. Eski ve çok bayat bir yöntem.. Bir kere ‘ Soros’ kim… Küresel bir çetenin tetikçisi, bir tefeci bir ekonomik hit man. Onun gibi bir çok memur var… Biz bu yapının altını çiziyoruz. Soros bir sembol… Hiçbir şeyi bu basitlikte görmüyorum. Dünyayı idare etmeye soyunmuş tek dünya devletini hedefleyen bir yapı olduğu ortada. Bunu kendileri söylüyorlar. Emin Değer’in, Mustafa Yıldırım’ın kitaplarından da biliyoruz. Michel Chossudovski’nin, Tarpley’in araştırmalarından da. Neyin ne olduğunu, hangi sistem içinde kurgulandığını anlamadan ona nasıl karşı koyabilirsiniz ki? Önce durumu anlamamız gerek. Bu korktuğumuz ürktüğümüz, küresel odakları gözümüzde büyüttüğümüz anlamı taşımaz. Tam tersine, bu durumu detaylarıyla bilenler yol haritalarını da sağlam çıkarabilirler. ‘AMERİKAN RÜYASININ CENAZESİ KALKACAK!’ Ben Mustafa Kemal’in yolundan giden biri olarak görüyorum kendimi ve öğrendiklerimi söylüyorum. Dünyaya Türkçe gözlükle bakmaya çalışarak, bize oynanan oyunları deşifre etmeye çalışan bir gazeteciyim. Görevimin de bu olduğuna inanıyorum. Mesela sen su meselesiyle ilgileniyorsun ağırlıklı olarak. Ben de gençlik ve sahte muhalefet olayları konusunda çok ciddi bir okuma yapıyorum, takip ediyorum. Öyle bol keseden “bu da Soros’çu” demekle olmuyor. Oturup günlerce bilgi topluyor, karşılaştırmalar yapıyor, haber sitelerini didikliyor, birebir kişilerle görüşüyoruz… Bu şekilde elde ettiğimiz bilgileri ve belgeleri yayınlıyoruz. Birileri tüm bu detaylı çalışmayı gördüğü belgeleri okuduğu halde, çıkıp “ bu da her şeyi Soros’a bağlıyor” klişesini yaymaya başladığı zaman ben o kişinin samimiyetinden şüphe duyarım. Öte yandan her şeyi Amerikan imparatorluğuna bağlamak şöyle dursun, tam tersine bu imparatorluğun çoktan yıkılma sürecine girdiğini söyleyenlerden biriyim... Bugün Amerikan halkının yüzde kırkı yemek kuponuyla yaşıyor. Bunlar kendi rakamları, benim değil. İşçi sınıfını zaten hallettiler. Şimdi ortada elinde Ipod’uyla dolaşan bir orta sınıf kaldı. Bunların elinde hala biraz para var ve yakında onlar da bankerlerin gadrine uğrayacak... Amerikan rüyasının cenazesi kalkacak! Wall Street eylemleri bunun için mi yapıldı? Zucotti park’da İvan Marovic’in konuşmasının ardından sokaklara dökülüp de Anonymous maskelerini taktıkları anda bakıyorum, arkalarında Amerika’nın en zengin adamlarından Buffet var. Bu harekete destek veriyor. Ardından Soros kanallara çıkıyor sokak göstericilerine desteğini açıklıyor. New York sokaklarındaki ana slogan ‘zenginler de vergi versin’ di. Ama zenginler de vergi versin sloganını Soros ve Buffet’ nasıl desteklerdi! İkisi de ömürleri boyunca vergi vermemiş, Amerikan imparatorluğunun sayılı zenginlerindendi. Onlar alt kesim nalı toptan dikince Orta sınıfın eline silahı vermişler “kendi ayağına sık” diyorlardı. Zenginlerin varlıkları paraları kayıtlı kuyutlu, ulaşılabilir yerlerde değildi yani onlara hiçbir zaman bir şey olmazdı. Kayıt altında olan orta sınıf önce ‘Zenginler de vergi versin!’ diye bağırıp sonra vergiyi verecek olanın kendisi olduğunu anlayacaktı… Küresel eşkıyalar, orta sınıfın elindeki son paraya da böyle el koyacaklardı! O nedenle sahte muhalefet odakları iyi araştırılmalı, her sokağa çağıranla yollara çıkılmamalı, her durum ve oluşumun arkasında ya da arasında kimler var, kim nereye ne amaçla sızıyor dikkatle araştırılmalı… Bu haber 2184 defa okunmu?tur.
|
DOST SİTELER...
ÖNEMLİ LİNKLER...
GOOGLE TERCÜME |