| |||||||||||||||||||||||
EN ÇOK OKUNANLARSON YORUMLANANLARHABER ARASON DAKİKA HABERLERİ....EKŞİ SÖZLÜK...CANLI TV İZLE...YAKINDA... |
Türkiye Çevre Hareketinin Tarihçesi27 Ocak 2011, 12:13 Özer YILMAZ Türkiye Çevre Hareketinin Tarihçesi, Bugün Geldiği Yer ve Sonrasında Evrileceği Noktaya Bakış Türkiye Çevre Hareketinin Tarihçesi, Bugün Geldiği Yer ve Sonrasında Evrileceği Noktaya Bakış
1. Bölüm
Türkiye’de çevre hareketi son dönemlerde önemli bir evreye giriyor. Yeni birçok mücadele alanları ve mücadeleye yeni katılmış birçok arkadaşımız var. Çok uzun yıllardır bu konuda çalışma yapan bizler, o arkadaşlarımıza neyi ne kadar paylaşabiliyoruz bilemiyorum. Geçtiğimiz günlerde yeni katılmış bir arkadaşımızla sohbet ederken, “geçmişi sizler çok daha iyi biliyorsunuz, yeni katılanlara anlatmak da sizlerin görevidir” dediği zaman çok önemsedim ve bunun nasıl yapılabileceği konusunda kendiliğinden bu metni hazırlama fikri doğdu. Eksiklikleri, farklı bakış açıları bulunanlar olabilir, ancak, bizim taraftan böyle göründüğünü de baştan söyleyerek işi kolaylaştırmış olalım. Dünyada ve Türkiye’de alınan çevre kararları gündelik politikanın, daha doğrusu genel politikanın dışında değil. Bu yazıyı hazırlarken bunun da mutlaka altını çizmek gerektiğini en baştan belirtmek isterim. Ne Rize’de yapılmak istenen hes’ler, ne Akkuyu ve Sinop’ta yapılmak istenen nükleer santraller, ne de Antalya’da yapılmış on binlerce otel, bu kararların ya da uluslarası politikanın dışında değil. Bu gün Belek’te golf sahaları nasıl ki dünya zenginlerine yeni zevk unsuru yaratmak üzere planlanmışsa, Alakır’da ki ve Gümüşdamla’daki hes’ler de dünyadaki su paylaşımının bir parçasıdır. Dolayısıyla Türkiye çevre hareketinin tarihini anlatırken bir noktada Türkiye’deki çevre siyasetini ve çevre siyasetini oluşturanları anlatacağımız da bilinmelidir. Dolayısıyla çevre çalışmaları dünya siyasetinin içindeyse Türkiye’de gelişen çevre-ekolojist vb hareketlerin yapısı, bağlantıları, modellemeleri de bunun bir parçası olmak durumundadır. En azından çevre adına karar vericiler böyle olması için olağanüstü çaba, para ve stratiji oluşturmak için uğraşacaklardır. O halde Türkiye’de çevre hareketinin dünya ile birleşikliğinin altını çizerek yazıya başlamak gerekecektir. Türkiye tarihçesine bakabilmek için sanırım Türkiye’nin son 25 yılına, hatta her şeyiyle de değişime uğramış bir şehrinden bakmak bazı şeyleri daha da kolaylaştıracaktır diye düşünüyorum. Bakacağımız şehir de tahmin ettiğiniz gibi Antalya olacak. 1980’lerde 75 bin nüfusa sahip küçük bir şehirken, 2010 yılında resmi rakamlarda 950 bin, ama gayri resmi söylemlerde 2 milyona yakın nüfus söz konusudur. Bu rakamda artan ilçe nüfusları ne yazık ki yoktur. Örneğin Manavgat, 3-4 bin iken, şu anda 400 bin kişinin yaşadığı yerdir; Alanya, Kemer, Serik de öyle, yani 650 km’lik kıyı şeridinin çok büyük bir bölümü dolmuştur ve iç kısımlarda da ciddi bir genişleme vardır. Bu detaya neden girdiğime gelince… Bu kontrolsüz gelişim önemli bir yasaya dayanmıştır; Turizm Teşvik Kanununa… “Yasa yoluyla kamu arazilerinde hırsızlık” kavramını en iyi açıklayan kanuna… Hiç kimseye hiçbir şey sormadan, hiçbir değere önem vermeden, bundan daha hoyratça uygulanan bir başka yasa olduğunu sanmıyorum. Yani halka ve dolayısı ile doğaya ait ne varsa bu yasa yoluyla gasp etmişlerdir. Durumu anlatmaya neden bu yasayla başladım. Türkiye’de çevre hareketinin başlangıcı 12 Eylül sonrasında başlar. 12 Eylül darbesinin neden yapıldığı da buradan kolayca anlaşılacaktır sanırım. İlk olarak kıyılarda kamuya ait alanlarda büyük oteller yapılmaya başlanmıştır. Halkı, 12 Eylülün sindirmiş olması ve o yıllarda çevre ile ilgili çok az şeyin bilinmesi, yağmayı durduramamanın önündeki en önemli iki unsurdur. Bu dönemde, ülkede siyasi yasaklar olması nedeniyle, bu yasanın ortaya çıkardığı durum ve tüm dünyadaki hareketlerin de etkisiyle, çevre ve kadın hareketi çok ciddi bir sıçramaya tanık olmaya başlamıştır. Ancak 12 Eylülü gerçekleştirenler, bu oyunu dünyanın değişik ülkelerinde de defalarda sahneledikleri için (örneğin Şili, Arjantin vb) hiç de hazırlıksız yakalanmamışlardır ve çevre hareketini de özellikle kontrol altına almayı sağlayacak adımları çok profesyonelce atmışlardır.(Bu konuda lütfen şöyle düşünmeyi başaralım: Siz bir amaç uğruna bir darbe yaptırıyorsunuz ve sizin yaptığınız darbede başkasının borusunun ötmesine izin veriyorsunuz, bu mümkün mü? Dolayısı ile sonuç tesadüf olamaz!) O halde 12 Eylül darbesini ve amacını kısaca anlatmakta yarar vardır. 1948 yılında ABD dünya devletlerini kontrol altına alacak en önemli dairesini- CİA’ya bağlı Kültür Dairesini oluşturduğu dönemde dünyanın bugünkü durumunun da temellerini atmış oluyordu. Bu daire öncelikle ve de özellikle kültürel yolla dünya devletlerini kendine bağlama çalışmalarını başlattı ve daha sonra buna askeri operasyon, savaş ve darbeleri de ekleyerek çok büyük stratejileri hayata geçirdi. Türkiye bilindiği gibi Yalta Antlaşmasıyla Rusya ve ABD arasındaki pazarlı sonucu ABD kontrolüne verilmişti. Bu nedenle de bu fırsatı her daim kendi adına kullandı. Ancak Türkiye’nin kendi devinimleri bugün büyük Ortadoğu projesi adını alacak gelişmelerin önünde bir engel yaratacağı için buna engel olunması ve de ayrıca doğal değerlerinin de sonuna kadar kullanılarak sömürülmesi gerekiyordu. Ancak emperyalistlere karşı Kurtuluş Savaşı vermiş ve ardından demokrasi denemeleri yapmış bir ülkenin buna fırsat vermesi mümkün değildi.(En azından hızlı değildi.) Bunun için Türkiye dinamiğini bitirmek ve istedikleri her şeyi yapmak üzere darbeyi yaptırdılar. Zaten ilk çıkan yasa olan 24 Ocak kararları bu plana ışık tutuyor. Bunun ardından da özellikle korumacılığın olmadığı ve sendikaların bile devreye girmesine engel olunan zincirleme devam eden Tahkim yasası, ÇED yönetmeliğinin değiştirilmesi ve en son Maden yasası bunların kademeli aşamalarıdır ve bir silsile ile yürütülmüştür. Önce toplum organize edilmiş, istedikleri yasayı çıkaracak siyasi atmosfer yaratılmış ve ardından da kanunlar getirilmiştir. Burada görülmesi gereken en önemli şey; darbe amacının ülkenin değerlerinin paylaşılması için yapıldığı ve bu amaca ulaşılmak için de her şeyin yapılacağı gerçeğinin iyi algılanmasıdır. Ve elbette darbe sonucunda Türkiye’ye o büyük çevre saldırıları başlamıştır. İlk büyük saldırı Gökova’dadır ve de o saldırının karşısına Türkiye de ilk kez çevre hareketi çıkmıştır. Biliyorsunuz, Gökova termik santralı çıkışı Türkiye çevre hareketi açısından çok önemlidir. Ardından Aliağa ve daha da ardından Bergama’da siyanürlü altın ve yine Akkuyu nükleer santrali, Caretta Caretta vb. mücadeleleridir. Bu mücadeleler bize çevre hareketini gösteren, ama süreçte “daha tecrübelilerin, dolayısıyla darbecilerin” kontrolüyle halka çok da yayılamayan hareketler olmuşlardır. Özellikle Aliağa termik santrali eylemi, 1980 öncesi mücadele geleneğinden gelen insanların çabalarıyla ortaya çıkmış bir çalışmadır, ancak yaygınlaşamamıştır. O dönemden sonra halkı ve çevre hareketlerini kontrol altına almak için biliyorsunuz devrin Cumhurbaşkanları çok ciddi adımlar atmışlardır. Özal döneminde devlet eliyle dernekler kurdurulmuştur. ( ..... Güzelleştirme ve Çevre Derneği vb ) Daha sonrasında ise Demirel, yakasına yaprak takarak başka bir harekete çok ciddi destek vermiştir. Hem temel ilköğretim okulları, hem liseler, hem de üniversitelerde kulüpler oluşturmalarına fırsatlar verilmiştir. Ancak okullarda bilgilenme düzeyinde olumlu katkısı olsa da, örgütlenme ve mücadele kısmı özellikle arka plana atıldığı için fonksiyonel olamamıştır ve de zaten amaç budur. Bilindiği gibi eğitimin bilimsel tanımı İSTENDİK DAVRANIŞ DEĞİŞİKLİĞİ dir. Davranışa dönüşmemiş bilgi, bilgi olmadığına göre sonuç da ortadadır. Bu dönemde yine Antalya’dan bir örnekle devam etmek gerekirse; kıyılar özellikle devletin malı olduğu için Bakanlar Kurulu kararlarıyla turizmcilere tahsis edilmiştir. Halk, bu süreçte Bakanlar Kuruluna ne etki etmeyi düşünebilmiştir, ne de göze alabilmiştir. İşte burada “yaprak” devreye girse ulaştığı tüm insanları konuyla ilgili harekete geçirse çok şey değişebilirdi: Antalya, Bordum ve Marmaris’ten İstanbul’a kadar birçok kıyı tahrip olmazdı. Ama misyon yerine getirilmiştir ve Türkiye Çevre hareketi daha doğmadan Aliağa sürecinin hemen ardından devlet eliyle stabil edilmiştir. Ve asla da mücadele geleneğine dönüşememiştir. Kapalı salonlarda toplantılar, paneller ve çalıştaylarla süreç sürdürülmüş, uzun soluklu, canını dişine takarak, yani şu anda derelerde halkın verdiği mücadelenin hiç birisi yapılamamıştır. Kısacası yaprak ve ona benzer kurdurulan diğer dernekler Gökova, Aliağa, Bergama gibi misyonları devlet eliyle söndürülmesine aracılık etmiş-ettirilmiştir… Halk mücadelelerine bakarken, mücadele eden insan faktörünü de iyi tanımak gerekir. İnsan hazcı bir canlıdır. Yani diğer deyimle acıdan kaçan bir canlı... Eğitimde takdir edilme, haz duygusunun ne kadar önemli olduğunu en iyi açıklayan durumdur. İnsanlar HAZZA KAÇARLAR. Düşünün, bir darbe toplumsallığı toptan ezmiş; toplumun ortak yaraları çok ağır anılar olarak yeni kuşaklara aktarılmışken, toplum, mücadele edeni bu şekilde de korkutmaya alışmışken; bu durumda mücadele verenler desteklenebilir mi? Elbette ki desteklenemez. İşte Türkiye’nin en büyük gerçeklerinden biri de budur: İnsanlarımız, toplumda çok acılar yaşandığı için acıdan kaçmıştır. Mücadelelerde haz duvarını aşabilen çok az insan vardır. Haz duvarını aşmak ise ancak gelişmiş bir bilinç ve uygun ortamla mümkündür. Öğretmen olarak sendikal süreçlere de katımlımım sonucunda önemli gözlemler yapma fırsatlarım oldu. Darbe öncesi aktif olanlar hapislerden yeni yeni çıkıyorlardı. O acıları üstlenme gelişimini gösterdikleri için içerdeydiler çünkü. Ama o deneyden geçmemiş insanlar ve de doğal olarak korkutulmuş insanlar çok fazla sahnedeydiler. Dolayısı ile mücadeleler dayanıklı ve sürekli olamıyordu. Mücadele geleneğinden gelmeyenler, yaşanan sorunlara karşı yürüttükleri çalışmalarda sadece basın açıklaması veya salon toplantılarının yeterli olacağını düşünüyorlardı. Oysa atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş oluyordu ve de yapılan çalışmalar sadece vicdanları rahatlatıyor ama sonuç almada asla etkin olmuyordu.
Mücadelelerde Hukuk süreçleri Hele ki, konu davaya taşınıyorsa, herkes, mücadelenin kesin olarak kazanıldığını düşünüyor ve iş yargıya taşındığı anda da mücadeleyi orada bırakıveriyordu. Oysa şu anda Türkiye, kazanılmış ve de uygulanmayan bir sürü çevre davalarıyla doludur. Bergama’dan Yatağan’a, Sorgun’daki otelden, Belek golf sahalarına değin daha birçok davalarda durum aynıdır. Hele ki, Antalya’nın tepesindeki teleferik davasını kazanmış olmamıza rağmen şehrin içinde devasa tabelalarda teleferiğin reklamının yapılmakta olması bambaşka bir trajedidir. Ama davaların sonuçlarını uygulamakla yükümlü kamu görevlilerinin bu durumda kılı bile kıpırdamamaktadır. Bu arada artık çevre mücadelelerinde hukuk sadece bir teferruattır demek çok da hafif kaçmayacaktır sanırım. Geçmişte çok fazla kazanımı olan hukukun çok fazla kan kaybettiğini yaşayarak hepimiz görüyoruz. Bu yüzden yıllarca çevre mücadelelerinde hukuku, gelecekte bir hukuk devleti olabilme arzusu ve ümidiyle savunduk ve başvuruları bu nedenle organize ettik. Yani toplum sözleşmesini başarmak umuduyla… Yani geleceğe bir tuğla koyabilmek sorumluluğuyla… Yani geçmişteki gibi güçlü bir hukuk sürecinin yaşanabilmesi ümidiyle… Mücadele sürecinde hukuka bakarken, hukukun, toplum adına o alanda görev yapanlarca organize edilen bir yapı olduğunu da belirtmek gerekir sanırım. Toplum, sorumluluklarını başkalarına havale etmeyi seven bir toplum olduğu için, daha dava açıldığı anda mücadele bırakılıyordu. Dava kazanılsa bile bunun devamı getirilmiyordu. Yani kısacası çevre mücadelelerinde artık hukukun önünde de ciddi engeller vardır. Bugün hangi kişi bize nükleer santralleri davayla durdurabileceğimizi söyleyebilecektir ya da hangi termik santraller veya hangi doğal gaz santrallerini durdurabiliriz diyecektir? Ya da büyük Menderes Nehri hukukla nasıl temizlenecektir?
Mücadele de kentlilere bakış
Mücadele geleneğinde bir başka pencere de kentliler ve kentlilerin çevreye katılımıdır. Kırsaldaki çevre mücadelelerine kentlilerden katılım sağlamak hiç kolay olamamıştır. Çünkü orada yaşananlara birebir tanık olmadıkları için çoğu zaman es geçebilmişlerdir veya birçok kesim siyaseti özellikle şehirde yaptığı için oya, sandığa dönüşmeyeceği düşüncesiyle gündemine bile almamıştır. Bu nedenle geniş kesimleri etkileyen ve kırsalda yaşanan ilk büyük yıkım, Antalya ve Muğla’nın yaşadığı taş ocakları-dolayısı ile MADEN KANUNU- yıkımıdır ve mücadelesi bu iki şehirde çok yakıcı verilmiştir. Şu anda tüm Türkiye’de yaklaşık 80 bin taş- mermer ocağı tahsisi vardır ve aynı anda tüm Türkiye’ye zarar vermeye başlamadığı için mücadele ortak değildir. Dolayısı ile mücadele sadece bu iki kentte verildiği için kazanımlarda buralarda belli yerlerde sınırlı olmuş ve iki ilde özel komisyonlar oluşturulması başarısı kazanılabilmiştir. Ne yazık ki mücadele tüm Türkiye’ de eş zamanlı olamamıştır. Ancak hes’lerin gelişi ile durum tamamiyle değişmiştir.
Nükleere karşı mücadele ve siyasi duruş Hes’lere geçmeden önce son olarak Türkiye’de nükleer mücadeleye de göz atmak gerekir. Nükleer mücadele Türkiye ‘de çok geniş katılımlı olarak yürütülebilen tek mücadeledir demek yanlış olmasa gerek. Doğası gereği çok sert bir konu olması ve çok ciddi bir muhaliflik gerektirdiği için doğal bir süreç olarak siyasal argümanların da, daha çok netleştiği bir mücadele alanıdır. Özellikle uluslararası siyaset arenasının da etkisi bu konuyu daha da zorlaştırmaktadır. Ancak dünyadaki yeşil hareketin oluşmasındaki birinci faktör olmasından dolayı, tüm dünya çevre siyasilerinin de önemli konuları içindedir. Bu nedenle yurt dışından fon kullanan hiçbir derneğin bu konuda aktif olmaması, hatta nükleeri savunma durumuna girenlerin olması da, bir başka dikkat çekici konudur. Hem de Çernobil’e rağmen. Ancak Türkiye’nin ilk olarak en çok büyüyebilmiş çevre hareketinin başlangıcı nükleer harekettir.
Buraya kadar çevre hareketinin tarihçesini verdik gelelim şu andaki durumuna:
Sanırım burada artık hes’leri ele alma zamanı gelmiştir. Hes mücadelesindeki en önemli kısım, sorunun eş zamanlı olarak tüm Türkiye’de ortaya çıkmasıdır. (Hükümet, başka türlü zaten suyun özelleştirilmesi oyununu ortaya koyamazdı. Çünkü kapitalizm sudan para kazanma işini hızlandırmak istiyordu-başka nedenleri de elbette ki var...) Ancak bu harekete çok dikkatli bakmak da çok önemlidir diye düşünüyorum. Nedenlere gelince; -tahribatın tüm Türkiye’de eş zamanlı başlaması, -kapitalizmin dayattığı bir sorun olması, -mücadele eden köylü- insanların şu ana kadar herhangi bir çevre mücadelesinde çok rol almamış olmaları, -sermayenin bizzat işin içinde olması (devletin değil, özel sektörün inşaatı yapıyor olması), -mücadele eden köylülerin özellikle son 10 yıldır çok fakirleşmesi, -genel anlamıyla Türkiye’de tecrübeli mücadeleci grupların çok uzun zamandır yalnız mücadele vermesi, -mücadeleye katılan yeni kişilerin Türkiye çevre mücadelesinin tarihini bilmemesi -yeni mücadele gruplarının geçmişte mücadeleleri hangi grupların manipüle ettiğini bilmemesi -Türkiye sol siyasetinin geçmişte bu tip mücadelelere etkin katılmaması nedeniyle süreçten çok kopuk olması -EN ÖNEMLİSİ İSE, KIRSALDA MÜCADELE EDENLER İÇİN BIÇAĞIN KEMİĞE DAYANMASI durumudur. Yukarıda da anlatıldığı gibi toplumsal hareketleri dolayısı ile çevre hareketini, devletin sürekli kontrol altında tutma isteği vardır, yapmaktadır ve bundan böyle de yapmaya devam edecektir. Bilindiği gibi dünyada ciddi bir çevre duyarlılığı eğitimli kesimlerde vardır ve bilim insanları (özellikle de gelişmiş ülkelerde) kendi hükümetlerine, zaman zaman ciddi raporlar sunmaktadırlar.(Bizim ülkemizde de hükümetlere sunulanları basından okuyoruz ama hükümet sağır kalmak istediği için bir şey yapmıyor.) Bu amaçla ABD, AB ve Birleşmiş Milletler bu kaygıyla fonlar ayırmaktadır. Ancak 12 Eylül’ü oluşturan ve sürdüren tecrübe bunu da nasıl yapacağını uygulamalarla test etmiş ve bu model Türkiye’de de uygulanmıştır. Avrupa-ABD demokrasisi, kendi dayattığı deyimle STK, (algı değişikliği yapmak istediği için STK terimini özellikle kullanmaktadır) bizim anlayışımızla Demokratik Kitle Örgütlerini kendi istediği doğrultuda oluşturmak istemektedir. Bu yüzden de hükümetlere, fonları STK’lar üzerinden kullanma zorunluluğu koymuştur ve bunun adını da STK’ları güçlendirmek olarak lanse etmiştir. Şu anda birçok fon Çevre Bakanlığı aracılığıyla Türkiye’ye gelmekte ve onların üzerinden STK dedikleri kuruluşlara dağıtılmaktadır. Böylece de Türkiye’de direk etkileyecekleri grupların oluşması sağlanmıştır demek kısmen mümkündür. Ayrıca güçlendirildiği için bu kuruluşlar da, kendi güçlerini ortaya koyma fırsatı bulmuşlardır. Bu süreçte büyük STK’ların oluşması sağlanmış ve muhatap olarak da o kuruluşlar alınmıştır. Şimdi Türkiye’de böyle güçlendirilmiş olan birçok STK ile karşı karşıyayız.(Bu tip örgütlere Demokratik Kitle Örgütü demek ne kadar mümkündür onu da bilmiyorum.) Diğer yanda ise parasız pulsuz, zor şartlarda, ama kendi güçleriyle ayakta kalmaya çalışan birçok dernekler olmuştur. Bu çelişkiyi görmemek mümkün değildir. Türkiye bir yanda yıllardır aynı anda birçok proje yürüterek bolca para bulan dernekler, diğer yanda da üye ödentileri bile toplamayan dernekler arenası olmuştur. Derneklere ve devlete bakarken burada iki önemli eleştiriyi eklemeden de geçmemek gerekir. İşin aslı, dernekleri tam da arafta bırakan bir süreç yaşanmış olmasıdır. (Daha doğrusu süreç sonuçlanmıştır.) Devlet istemediği derneklere baskı uygulamış ve belli başlı dernekler dışında hiç birine destek vermemiş bu nedenle de devletin istediği dernekler büyümüştür. Sonuç olarak ancak dış kaynakları kullanan dernekler büyüyebilmiş, diğerleri de çökmek zorunda kalmıştır. Bunun doğal sonucu olarak da, acıdan kaçan, darbe sırasında yaşanan işkence anılarını dinlemiş ve örgütlenme tecrübesi yaşamamış bir kuşağın yapabileceği doğal şey olmuştur ve Türkiye insanı ister istemez toplumsal kararlardan uzak kalmıştır... Bağımsızlık, eşitlik, hakça paylaşım ekseninde yaşayan, bu şekilde mücadele eden çevre mücadelesine dış destekle yaşayan o büyük gruplar da kulaklarını tıkamıştır. (Taa ki hes’ler gelinceye kadar.) Halk ise devlet korkusuyla uzak durduğu ilkeleri paylaşan insanlardan ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK diye tabir edebileceğimiz bir biçimiyle uzak durmayı zaman içinde alışkanlığa dönüştürmüştür. Çevre konusundaki en komik, en sistemli ve en sinsi argüman ise çevrenin politikanın üzerinde olduğu argümanı olmuştur. Yani toplumun ortak değerleri olan doğa adına bir şeyler yaparken “siyaset yok” denmiş, ama “siyasetin halk adına yapıldığı” temel bilgisini dahi görmezden gelinerek komik duruma düşülmüştür. Bu söylem aslında BASKININ TA KENDİSİDİR. İktidardakilerin hoşuna gitmeyenleri susturmak ve hak, adalet ve özgürlük kavramını savunanlara ket vurmaktır. Ve de kocaman bir yalandır. Çünkü ÇEVREDE SİYASET VARDIR VE DE OLACAKTIR… Bunu biraz daha açmak gerekirse, öncelikle çevre için karar vericiler siyasidir ve de karar verilen çevre, insanlığın ortak değeridir. Dolayısı ile insanlık, kendi adına düşünecek, konuşacak ve eyleme geçecek ise bunun adı da SİYASETTİR. (Parti üyesidir, değildir, düşündüğü gibi parti vardır, yoktur o başka bir şeydir. Siyaset illa bir parti üyesi olarak yapılmaz, unutulmamalıdır ki siyasetin ortaya çıktığı agoralar partilerin kurduğu meydanlar değildirler ve Anadolu’nun antik şehirleri bu agora kalıntılarıyla doludur.) Toplum örgüt sözcüğünden özellikle korkutulmuştur, oysa devlet, en organize örgüttür ve ancak örgütlenmiş yapıya devlet denilebilir.
Hes mücadeleleri
Ve şimdi tekrar gelelim bu tablonun ardından önümüzde en yakıcı sorun olarak duran hes mücadelelerine ve tabii ki şu anda tam da tepemizde duran Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Yasası mücadele sürecine… Bu süreçte yukarda da belirttiğim gibi, şu an konunun merkezinin kırsal olması kaçınılmazdır ve de çok önemlidir. Bu nedenle de mücadele eksenini doğal olarak kırsalda yaşayan insanlar oluşturacaktır. Türkiye baraj yıkımını ilk olarak ve yaklaşık 30 yıldır Hasankeyf ile duymuştur. Ama onun dışında süreç neredeyse son birkaç yılın sorunu olarak ortaya çıkmış; Karadeniz’de başlayan inşaatlar nedeniyle de ilk olarak Karadeniz’de patlamıştır. Konuyla ilgili olarak Türkiye’de ayrı yapılar diyebileceğimiz mücadele yapısı ve bunun dışında da kırsalın kendi organizasyonları ön plana çıkmıştır. Konu dünya su forum süreci-öncesi-ve şimdi; Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformunun çabalarıyla Türkiye gündemine girmiştir. Ardından da Rize İkizdere’de yapılan toplantı ile su meclisi kurulmuştur. Bu toplantının en önemli boyutu, hes’lerin en yakıcı bir şekilde gündeme oturmuş olmasıdır. Ancak toplantının en gerilimli bölümü havza planlaması ile ilgili bölüm olmuştur. Su meclisinin kurulabilmesi ancak bu maddenin gündeme alınmayacağı bilgisinin deklere edilmesi ile mümkün olmuştur. Yapılan seçim sonucunda katılımcılar seçimle yürütme kurulunda bana da görev vermişlerdir. Ancak çağrılı tüm dernekler önünde, bu konuyu gündemine koymayacağını deklere eden su meclisi yürütmesi, ne yazık ki havza planlamasına seçimden sonra tam destek verme tutumuna geri dönmüştür. Meclisin haziranda yaptığı Ankara Beypazarı toplantısında yine havza planları gündeme gelmiş, savunulmuş ve kuruluşta büyük tartışmalar sonucunda gündemden çıkarılan plan yine başköşeye konmuştur. Bu tutum nedeniyle toplantının kalan bölümüne katılmayarak su meclisiyle bütün bağlarımı koparmış bulunuyorum. O günden sonra da herhangi bir bağım kalmamıştır. Ancak burada üzerinde durulması gereken en önemli durum havza planlarıyla ilgilidir. Havza planı savunulduğu sürece verilen mücadelelerin bir anlamı olmayacak, sonuç suyu parayla satmak isteyenlerin lehine işleyecektir. Bu kadar önemli bir süreçte bunlar konuşulmak durumundadır, yoksa tarih affetmez. Çünkü bütün bu yaşananlar kırılma noktasıdır. Mutsuz sona az kalmıştır ve artık en zor şartlarda, en zor mücadeleler verilecektir. İşte Erzurum’da aylarca 5 köylü içerde yatmıştır, işte Alakır’da yaşlı mücadeleci kalbine yenik düşmüştür, işte yıllardır elindeki maaşıyla, şehir şehir çevre mücadelesine katılmaya çalışanlar, yine büyük fedakarlıklarla çalışmaya devam kararı vermişlerdir. Yıllardır salonlarda, uçaklarda, televizyonlarda beyaz gömlekleriyle söylemlerde bulunanlara ortamı bırakmaya gönüllerimiz razı olamaz. Biz de bugün biraz da bunun için yazıyoruz. Atalarımızın oluşturduğu bir atasözü vardır. “Bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır” derler. Yıllardır AB’nin, ABD’nin kaynaklarıyla var olmuş kuruluşlar şimdi AB’nin söylemlerine direnme gücü bulamayabilirler ama bizler kendi yağımızla kavrulan ve geçmişten bu güne kadar buna dikkat etmeye çalışanlar olarak bu süreçte sözümüzü hiç sakınmadan ortaya koyarız.
Mücadele nereye evrilecek
Burada ciddi bir süreç bizi bekliyor. Yani emperyalizme karşı daha önce duruş göstermiş bir toplum olarak yine yürekli bir mücadele vermezsek kırsalda halkın yaşaması mümkün olmayacaktır. Halkın kırsaldan kentlere göçmesi durumunda ise Mısır’da mezarlıkta ya da Brezilya da varoşlarında yaşayan halk gibi çok yoksul, çok muhtaç ve de cehalet içinde yaşaması kaçınılmaz olacaktır. Bu nedenle; Sürecin ekonomik kaynakların paylaşıldığı gerçeğini dillendirmeyen kuruluşların oluşturduğu tehlike iyi anlaşılmalıdır. Bugün para içinde yüzen dernekleri bu açıdan iyi izlemek gereklidir. Onların deşifre edilmesi ve anlaşılabilmesi için ise aşağıdaki sorular sorulmalı ve yanıtları dikkatle izlenmelidir. -Bu dernekler bu güne kadar hangi alanı korumuşlardır? Kullandıkları para doğru yere gitmiş midir? Projeleri hangi alanlarda yürütmüşlerdir ve proje yürüttükleri hangi alanı korumuşlardır? Bu STK’lar kimler için geçim kaynağıdır? Ulusal büyük gazeteleri en iyi kimler kullanmaktadır ve neden? Bizimle kendisini mi aklamaktadırlar, yoksa STK onlar için bir geçim kaynağı mıdır? Bu mücadeleye katılanlar, gerçekten siyaset (halk adına karar alınmasını sağlamak) için mi geliyorlardır, yoksa kendilerini var etmenin amacı mıdır? Bu soruların yanıtları aslında süreçte ortalıkta durmaktadır. Sadece fotoğrafları iyi okumak yeterlidir. Önümüzdeki sürece gelince kısacası, varlık ya da yokluk mücadelesidir. Sonuç olarak yapılan halk için kararlar almaksa ve bunun adı da siyaset ise; bunun halkı kandırmayanlarla kurulacağı ve halka rol yapmayanla olması gerçeğidir. KISACASI KAZANMA SÜRECİ. DAHA KISACASI VAR OLMAYI SEÇMEK; VE DE BU MÜCADELEYİ KAZANMAKTIR. VE DE ELBETTE Kİ KAAZZZANAAACAĞIZZZZZZZZZZ!!!
2. Bölüm Antalya Çevre Mücadelesinin Tarihi
Yukarıda genel olarak anlattığımız mücadele süreci yerel anlamıyla da çok çetin geçmiştir. 1986’da kurulan dernek şubemiz bu süreçte çok etkin rol üstlenmiştir. 1997’den bu yana başkanlığını yürütüyor olmam nedeniyle bir çok konu ile ilgili çok fazla anekdot mevcuttur.
Antalya’da Su ve Diğer Mücadeleler Süreci
Antalya tarihini anlatırken daha en başta şunu belirtmek gerekir. Şu an eğer dünya küresel ısınma yaşıyorsa insanlık üzerine düşen görevi yapmamış demektir. Bu görevi yapmayanların içinde elbette Antalya’da vardır. Antalya tarihini anlatmaya başlamak için bir örnekle başlamak işe yarayacaktır. Benim tanık olduğum ilk büyük konu Köprülü Kanyon sorunudur. Uzan ailesi 2 adet baraj ve bunların üzerine de santral kurmak için izin almıştır. Ancak o yıllarda Antalya Belediyesinin sekretaryasını yürüttüğü ve ayda bir toplantı yaptığı çevre platformuna konu getirilmiştir ve büyük bir katılımla bölgeye gidilmiştir. Şehir merkezinde çok toplantılar düzenlenmiş ve milli park olması ve kamuoyu tepkileriyle engel olunmuştur. Bu dönem benim de dernekle ilk buluşma yıllarıma denk düşmüştür ve derneğimiz çok etkin rol üstlenmiştir. Bunun ardından yine derneğimizin öncülük ettiği Akçimento’nun Antalya limanına kurduğu santral platformun gündemine gelmiştir. Antalya da ilk büyük kırılma o mücadeleye denk düşer. Nedeni çok basit: platform içinde o fabrikaya nakliye yapan firma temsilcilerinin üye olduğu dernekler, ardından rakip firmaların başka biçimde devreye girmeleri derken, hem Antalya hem de bizim derneğin içi çok karışmıştır. Süreçte biz dernek olarak dava açmıştık ve bu dava tam 13 yıl sürdü. Hatta dava kazanıldığı zaman dernek başkanı olarak beni ve davayı yürüten avukat arkadaşımızı firmanın avukatı aradı. Onların ziyaretini kabul ettiğimiz zaman bize üstü kapalı ne istediğimizi sordular. Bizim ne istediğimiz belliydi ve dava en sonunda kazanıldı. Şu an Antalya limanında davası kazanılmış bir klinker öğütme tesisi durmaktadır. Antalya da o kadar çok çevre konusu vardır ki, buna zaman ayırıp yıkım için kampanya düzenlemeye bile vaktimiz olamadı ama en azından çalışmıyor!!! Ardından üçüncü büyük konu göllerdir. Antalya’da dernek olarak su mücadeleleri sürecine çok erken dahil olmamızın başlangıcı Göller Yöresinden kaynaklanmaktadır. Daha 1997 yılında kurutulan göller nedeniyle kırsalda yaşanan susuzluk ve tarıma etkileri dolayısıyla kırsalda yaşanan su paylaşımları sürecine dahil olduk. Türkiye de ilk olarak mücadeleyle geri kazandığımız göl olan Avlan Gölünün oluşma gururu TTKD ve yöre köylülerine aittir. Bu konuyu topluma anlatırken temel nedenimiz susuzluğun bölge tarımına, dolayısıyla halka etkileri olmuştur. Bu nedenle de bölge halkından ve toplumun çok büyük bir kesiminden ciddi manevi destekler görmüştür. O yıllarda “Kurutulmuş göllerin geri kazanılması hakkında kanun tasarısı” taslağını hazırlayarak TBMM’ne gönderdik.(hala çıkmayı bekliyor) Bölgeyi tek tek, köy köy dolaşarak sorunları bizzat yerinde tespit ettik. Bu konu, bizim, küresel ısınma gerçeğini çok erken görmemizi sağlamıştır. Bu mücadele sürecinin genel olarak kırsalda yürütülmesi nedeniyle çoğu zaman yalnız yürütmek zorunda kaldık.(ulaşım, ekonomik nedenler vs) Ancak, manevi olarak gördüğümüz desteği daha başında söylemiştim. Ve ardından yörenin korkunç gerçeğiyle karşılaştık: Toplam 35 susuz göl… Avlan gölünün yeniden oluşturulması sonucu şenlikler yaptık. Halk bizi şenliklerde yalnız bırakmadı. Ama süreçte çoğu zaman yalnızdık. Bu süreçte bir başka önemli konu gündeme gelmiştir. Antalya’da yapılan kanalizasyonun ardından yapılan arıtma da biyolojik arıtma yapılmayacağını öğrendik ve dernek olarak öncülük ederek konuyu Antalya’daki bütün etkin kuruluşlara götürdük. Ortak bir çalışma yürüttük ve sonuç yine başarı oldu. Ama burada da kırılmalar artıyordu. O dönemde Kent konseyi yeni kurulmuştu ve ilk önemli konu olarak arıtma konusunu gündemine aldı. Ne hazindir ki belediye meclis üyeleri ve birçok yandaş dernek arıtmaya karşı çıktı. Ancak konunun yakıcılığını gören o dönemdeki muhalefet partisi belediye seçimlerinde arıtma üzerine kampanyasını oluşturarak seçim kazandı. Sonuç yine başarıydı ve burada mütevazi olmayacağız, yine derneğimizin emeği ve etkisi çok fazladır. Ancak kırılmaların en büyüğü Tansu Çiller’in bir gece yarısı yaptığı devalüasyonla olmuştur. O olayın ardından üyelerden ödenti toplamak adeta imkansız hale gelmiştir ve derneklerin hayatında bir dönüm noktasıdır. Dernekler üyeleriyle ayakta kalamaz duruma düşmüşlerdir. Birçok dernek ya yok olmuş ya da etkinliklerini iyice azaltmıştır ve bu süreç her geçen gün daha da zora gitmektedir. Yukarıdaki başarıların yanında yalnız yürütmek zorunda kaldığımız başka birçok konu vardır. Özellikle kırsaldaki taş ocakları sorunu çok sahipsiz kalmıştır. Kıyı da yapılan otel tahsislerine yetişmek imkansız olmuştur ve Kemer’den Gazipaşa’ya kadar olan alanlardaki oteller bu süreçte yapılmıştır. Ama en hazin konu dünyanın en güzel kıyı kumul alanlarından biri olan İncekum plajının tam ortasına binlerce tonluk 5 yıldızlı otelin yapılmasıdır. Hatta bizler birçok otel tahsisine ne karşı çıkmaya zaman bulabildik ne de karşı çıksak taraftar bulabilirdik. Şu anda Antalya kıyılarında sanırım birkaç bini aşan irili ufaklı otel vardır. Ve en son öğrendiğim 5 yıldızlı otel sayısı 220’yi aşmıştır. Belki yeri gelmişten tam da burada anlatmak yararlı olacaktır. Belek ‘te tam 10 golf sahası yapılması daha tarih olarak çok yeni bir konudur.(Aradaki diğer konulara sonra girilecektir) Bu konuyu Antalyalı demokratik kuruluşların gündemine zaman zaman getirdik ancak düşünce olarak yanımızda olsalar da emek harcama konusunda çok yalnız kaldık. 500 bin ağacın kesildiği Belek çarşaf çarşaf büyük gazetelere manşet olunca Antalyalılar demeç vermeye başlamıştır. Manşetlere düşmeden 6 ay önce yaptığımız Antalya Aydın Kanza Parkında tam 72 günlük eyleme ise çok az destek gelmiştir. Kırılmaların en çok yaşandığı bir diğer konu başlığı imarlardır. Antalya falezleri ve şehre 4 km olan ve 3/2 sini DSİ’nin kuruttuğu Yamansaz gölünün çevresindeki imar, Antalya merkezdeki Boğaçay kenarında alivyonlu ovanın üzerin yapılmış binlerce apartman, yine Konyaaltı’nda ormana ait ormanın tamamen apartmanlarla dolması bu sürecin parçalarıdır. Tüm bunların yanında bir önemli konu da Kundu meselesidir. Kent adına ayrılan park olarak düşünülen Kundu ormanlık alanı otel ve golf sahası olarak tahsis edilmiştir. Belediye Meclisinde yapılan toplantıyı köylülerle yaptığımız olağanüstü protestoyla engellemeye çalıştık. Ama dönemin belediye başkanı(arıtma tesisinin kampanyasını yürüten) eşit oyu kendi oyuyla(iki oymuş) bozarak otele verdi. Bu süreç de çok çetin geçmiştir. Ancak büyük sermaye ve yandaşlarının ve onlara yakın basının şahsıma yönelik manşetlerden yaptığı hakaret içeren haberlerin küpürleri hala durmaktadır. Sonuç olarak o başkan, daha sonra bir altın portakal açılış gala yemeğini de orada vermiştir. Yine çok önemli bir diğer konu Altınova’nın imara açılmasıdır. Antalya Türkiye’de çiçek üretiminde Yalova’yı bu bölge ile geçmiştir ve benim büyüdüğüm köyümdür. İmara açılınca kucağımızda orada üretilen çiçeklerle tüm şehrin duyarlı kesimleri ziyaret edilmiştir. Konuyla ilgili 2 kez dava kazanılmıştır ve şu an 3. dava da sonuç beklenmektedir. Konuya dikkat çekmek için başlattığımız ALTINOVA ÇİÇEK VE TARIM FESTİVALİNİ o dönemdeki belediye başkanları bize haber verme gereği bile duymadan bir grup işgüzarla ANTALYA ÇİÇEK FESTİVALİNE DÖNÜŞTÜRMÜŞLERDİR. Ancak şu bilinmelidir ki o festival Antalya TTKD, Altınova Tarım Alanlarını Koruma Derneği ve Altınova’nındır. Festival şu an amacından uzak, çiçek tüccarlarının ticaretine katkı amaçlı şekillenmiştir. Bizim amacımız ise çiçek tarımı yapan üreticiler ve tarımın önemine dikkat çekmektir. 2007 ise yine çok çok çetin bir mücadele sürecidir. Birdenbire 1627 köye taş ocağı tahsislerinin (şu an Antalya’da 6 bin civarında olduğu bilgisi geldi) ilkleri ocakları açmaya başlamıştır. Sorunu yaşayan köyler ile bir araya gelinerek TAŞ OCAĞINA HAYIR platformu kurulmuş ve en çetin mücadele Doyran ve Kurşunlu köylerinde verilmiştir. Hatta Kurşunlu Mücadelesi Destana dönüşmüştür. Yaptığımız mitingin akıllarda kalan yanı ve en büyük esprisi ise yürüttüğümüz keçilerdir ve tam anlamıyla bir köylü mitingi olmuştur. Bu mücadelenin temel ekseni köyler ve derneğimiz olmuştur. Son günlerde ise Antalya’da daha ilginç gelişmeler yaşanmaya başlanmıştır. Birçok konuda bizi yalnız bırakan birçok grup hes’ler ile bütün Türkiye’de halkın etkinleşmesini fark edince çevreyi yeni keşfetmeye başlamış ve adeta yıllardır bizlerin yukarıda verdiğimiz mücadeleyi yok saymaya kalkmışlardır. Ama Antalya’nın dağları, gölleri, yolları, ormanları ve köyleri bizim bıraktığımız anılarla doludur. Başarıyla kazınmamış hiçbir anı kalıcı olamaz ve eğer Antalya’da çevre mücadelesi varsa burada alın terimiz vardır. Doğa adına mücadele veren tüm dostlara sevgi ve saygılarımla…
Not-Antalya Çevre Mücadelesinin Tarihi 3. Bölüm olarak yazılmaya devam edilecektir.16.01.2011
Hediye Gündüz Türkiye Tabiatını Koruma Derneği Antalya Şube Başkanı Bu haber 1867 defa okunmu?tur.
|
DOST SİTELER...
ÖNEMLİ LİNKLER...
GOOGLE TERCÜME |