| |||||||||||||||||||||
EN ÇOK OKUNANLARSON YORUMLANANLARHABER ARASON DAKİKA HABERLERİ....EKŞİ SÖZLÜK...CANLI TV İZLE...YAKINDA... |
TEKNEDEN PANSİYON OLUR MU?28 Kasım 2009, 18:04 Özer YILMAZ Muhteşem beyaz çakılları ve turkuaz rengi denizi ile küçük plajın hemen başında, buzlu portakal sularını yudumluyoruz. İçimize doğru akıp giden bu sarı mucizevî su, yüzyılların enerjisini bize aktarıyor TEKNEDEN PANSİYON OLUR MU? Dalaman’dan yola çıktığımızda bu kadar keyifli bir yolculuk yapacağımızı bilmiyorduk. İki gün boyunca Eda ve ben kendimize çizdiğimiz rotada Güney Ege’yi şöyle bir tavaf edeceğiz. Göcek, Fethiye derken iğne yapraklı yemyeşil ormanları izleyerek nefis coğrafyayı geçiyoruz. Gökyüzünde güneş, masmavi bir derinliği ısıtırken, hem kendini hem de bizim bedenlerimizi alev alev yakıyor. Arabada bulduğumuz eski bir kaseti takıveriyoruz teybe; Haluk Levent yol şarkıları ile bize eşlik ediyor. İkimiz de gırtlaktan bağıra bağıra ona katılıyoruz: Yollarda bulurum seni... Yosun denizde saklıdır, deniz mavide, mavi gözlerinde... Seni unutmak mümkün mü? DEFNE YAPRAĞINDAN TAÇ Patara önündeki Gelemiş Köyü’ne varmamızla açlığımızı hatırlamamız bir oluyor. Bir bakkala girip kaşar peyniri, ekmek ve ayran alıyoruz. Sonrasında eski kentin nekropolü arasından düş çölüne doğru ilerliyoruz. Yeşil defne ağaçları arasında zafer takının solundan geçerken etrafımızı saran tarih bizi o yıllara götürmekte zorlanmıyor. “Ben Apollon! Beni tanımadınız mı? Şu başımın üzerindeki defne yaprağından taç, tanrı Peneus’un kızı su perisi Dafni’ye olan aşkımın sembolüdür. Eros’un attığı oklardan biri benim kalbime, diğeri ise Dafni’ye denk geldi. Ne acıdır ki Dafni’yi vuran ok, bana isabet eden gibi altın değildi. Ah Eros! O büyü ile aşkım sürekli benden kaçtı ve sonunda babası Peneus onu bir defne ağacına çevirdi. Şimdi onun acısını burada Patara’da kehanet şehrimde yaşıyorum.” Eda ile beraber sahile açılan yola girmemizle, devasa kum şeridi kocaman bir kucak gibi bizi içine alıveriyor. Ülkenin en uzun kumsalı Patara’da kendimizi hemen denize atıyoruz. Binlerce yıldır sahili döven dalgalar, rüzgârlar ve yağmurlar el ele bu düş çölünü oluşturuyor. Daha sonra yürüyüşe başlayıp ilerledikçe fark ediyoruz ki, ciddi bir ekosistem burada hüküm sürüyor. Nadir Caretta’lar, sürüngenler, kumul bitkiler... İncecik kumların arasında kutsal bir mekânı dolaşır gibi geziyoruz. Etkileyici ve ibadet edilesi coğrafya bizi alıp götürüyor. Antik kentin içine girdiğimizde buraların da kısa süre öncesine kadar kumla gizli olduğunu öğreniyoruz. İnsanlık tarihinin ilk demokratik meclisi olan Patara Parlamentosu, 2 bin 300 yıllık sırlarını henüz yeni açığa çıkarıyor. Fransız Montesquieu, ‘Kanunların Ruhu’ adlı eserinde Likya Birliği’nin anayasasını ve uygulamalarını uygarlık tarihinin en mükemmel ‘cumhuriyet modeli’ olarak tanımlıyor. İster istemez aklıma bizimkiler geliyor. Bu topraklarda yeşeren katılımcı demokrasi nedense başkalarına örnek olurken bizim insanımızı pas geçiyor? Nitekim New York Times gazetesi bile haber yayınlayıp üç bin yıl önce Patara’da kurulu olan Likyalıların idari yapısının, ABD federatif sisteminin de temelini oluşturduğunu yazıyor. Bir de bizim federatif yapımız hakkında tartışanları düşününce; ‘neden?’ diye sorgulamadan edemiyorum. Bari Pataralı Noel Baba, Saint Nicholaos’ın hatırına bir temsili demokrasi oluşturun da adamın kemikleri sızlamasın diyeceğim geliyor. DERİN MAVİ KAPUTAŞ Pılımızı pırtımızı toplayıp yola koyulduğumuzda öğlen saatlerini biraz geçmiş durumda. Dağların tepelerin üzerinden, denizi gören küçük koyların içinden Kalkan’a kadar geliyoruz. Bir ara arabamız küçük bir arıza yapıyor ve o sırada yolda otostop yapan bir adamı alıyoruz. Lokantada aşçılık yaptığını anlatıyor. “Deniz börülcesi sarımsaksız olmaz” diyor. “Bazı turistler öyle yiyor ama ha saman, yemişsin ha bunu! Sarımsak girecek arkadaş içine!...” Kalkan sokaklarında kırmızılı pembeli begonviller arasında yürüyoruz. Fotoğraf karelerine sığmaya zorlanmayan daracık sokakların içinden, dingin insanların arasından geçiyoruz. Muhteşem beyaz çakılları ve turkuaz rengi denizi ile küçük plajın hemen başında, buzlu portakal sularını yudumluyoruz. İçimize doğru akıp giden bu sarı mucizevî su, yüzyılların enerjisini bize aktarıyor. Eda, buraya tekrar gelmeyi ve birkaç gün kalmayı öneriyor. Ona ‘hayır’ demek mümkün mü? Beyaz badanalı evleri sakin ve temiz sokakları ile büyülü kasaba Kalkan, bizi içine çekti bile. Akşamüzeri, gün batımına birkaç zaman kala virajların kucağına atıyoruz kendimizi. Sağımızda masmavi Güney Ege denizi, solumuzda Toroslar’ın ayakucu öylece varıyoruz Kaputaş Plajı’na. Hayali bile mümkün olmayan bu inanılası zor yer, gizli bir hazine sandığı gibi kayaların arasında duruyor. 200 basamağı aşağı doğru inerken denizin rengi, olağanüstü bir turkuaz renge bürünüyor. Plaja indiğimizde şortumuzu tişörtümüzü atıp, kendimizi derin mavinin içine bırakıyoruz. O kadar huzur veren bir duygu ki bu... Bir anda etrafımız bir sürü küçük siyah balıkla çevriliyor. Eda ile beraber dalıp çıkıp, onlarla oyunlar oynuyoruz. Aklıma İran şahlık rejiminin muhalif yazarı Samed Behrengi’nin ünlü masal kitabı: ‘Küçük Kara Balık’ geliyor. Adaleti, eşitliği, direnişi yazan, dogmayı sorgulayan kitap, 12 Eylül’de bizde yasaklanmıştı ve sanırım İran’da halen yasak. Yine bizimkileri düşünüyorum. Kaputaş Plajı’ndaki siyah balıkları da ‘devrimci balık olmaktan’ tutuklayalım derlerse hiç şaşırmam. TEKNEDEN PANSİYON OLUR MU? Kaş’a vardığımızda akşam olmak üzere. Kalacak bir yerler bulmak için bakınıyoruz ama ne mümkün. Bir saatten fazla aramamıza rağmen hiçbir yer bulamadık. Sanki bütün ülke buraya akmış ve tüm odaları tutmuşlar. İkimizde bütün gün boyunca aldığımız enerjinin bir anda boşaldığını hissediyoruz. “Gel bir şeyler yiyelim sonra bakarız olmadı Kalkan’a döneriz” diyorum Eda’ya. Biraz buruk ama ne desin; “Tamam” diyor. “Ama geç saatte dönelim bari şuradaki meşhur Mavi barda bir şeyler içelim” Eda haklı; bizim gibi dalıcıların kabesi olan Kaş, aynı zamanda barlarıyla da ünlü. Mavi’nin karşısındaki duvar ise, gençler tarafından açık hava barı olarak kullanılıyor. Gündüz derinlere dalanlar, gece olunca birasını şarabını alıp bu duvara oturup, meydanı dolduran müziğin içinde sohbete dalıyorlar. Yani Kaş gece de, gündüz de iyi bir dalış mekânı. Yemeğimizi yedikten sonra çarşıyı dolaşıyoruz. Hediyelik eşya dükkânlarının içinde camların sanata dönüşünü izliyoruz. Tepedeki Likya kaya mezarının altından geçip, dar sokakların arasından tekrar sahile iniyoruz. Limanda demirli guletler, ertesi gün Kekova turu için yolcu toplamakla meşgul. “Abi yarın Kaleköy’e gidiyoruz.” “Sağ ol dostum gelmek isterdik ama kalacak yer bulamadık.” “Abi herkes teknede kalıyor sizde kalın.” Eda ile birbirimize bakıyoruz! Gülüyoruz. Kısa süre sonra küçük bir ahşap tekneye yerleşiyoruz. Kamaramız biraz dar ama olsun, kalacak bir yerimiz var üstelik sadece kişi başı 15 lira vereceğiz. Artık yüzümüz gülüyor ve enerjimiz tekrar yerine geldi. Çıkıp bu sefer barda içkilerimizle beraber limanın enerjisini içimize çekiyoruz. Gece, hafif hafif sallanarak bize ninni gibi gelen huzurlu bir uykuyla geçiyor. HAYAT ACELEYE GELMEZ Sabah, meydandaki çay bahçesinde kahvaltımızı neşe içinde yapıyoruz. Sonrasında hedef limandaki gulet; tarih bizi bekliyor. Denizden yolculuğumuzda ilk durağımız Kekova önündeki antik yerleşim. Denize girmek için bahane hazır hemen atlıyoruz suya. Bu küçük deniz molası süper geliyor. Gulet Kaleköy’ün önüne yanaşmadan hemen önce, Simena antik kentinin içinden geçiyor. Suyun altındaki şehir yukarıdan bile oldukça etkileyici. Dalış yasağı olmasa sanırım dünyanın en güzel scuba bölgelerinden biri olurdu. Limandaki salaş balıkçıların yanına yanaşmamızla hemen aşağı atlayıp geziye başlıyoruz. Sakin, dingin ve huzurun tek adresi olan bu küçük köy, çok ender bulunacak özgün güzelliği ile bizi karşılıyor. Denizin içindeki Likya lahitine dakikalarca bakıp öylece kalıyoruz. Bir zamanlar birinin mezarı olan bu anıt, artık neredeyse bütün turizm tanıtım kitapçıklarında var. Tabi bu sayede İngilizleri de unutmayalım; Adayı ve köyü satsalar hepsini alıp oturacaklar sanırsınız. Eda ile beraber sokaklarda gezinip milattan önce dördüncü yüzyılda var olan bu nefis şehrin içinde kaybolmak istiyoruz. Hiç durmadan oraya buraya gidip, bir sürü fotoğraf çektikten sonra artık ayrılma vakti geldi. Yukarılardan aşağı inerken kenarda oturup elişi birşeyler satan yaşlı bir teyzenin bize seslendiğini fark ediyoruz. “Bu yazmalardan alasın başın sarasın. Kızım, oğlum benim gözlerim pek görmez ama sizler göresiniz.” “Teşekkürler anacım, biz gitmek zorundayız teknemiz kalkacak.” “Aceleye gelmez hayat! kalın burda a oğul!...” GEZGİN HİKÂYELER MURAT SELÇUK -birgün gazetesi- Bu haber 1768 defa okunmu?tur.
|
DOST SİTELER...
ÖNEMLİ LİNKLER...
GOOGLE TERCÜME |